Bu yazı, İslam dünyasının en etkili düşünürlerinden biri olan Hz. Mevlana Celaleddin Rumi'nin hayatını detaylı bir şekilde incelemektedir.
Mevlana'nın Konya'da geçen yaşamı, Sufizm'e katkıları ve tasavvufi öğretileri üzerine kapsamlı bir bakış sunar. Yazı, Mevlana'nın gençliği, Şems-i Tebrizi ile olan ilişkisi, eserleri olan Mesnevi ve Divan-ı Kebir gibi önemli çalışmalarını detaylandırır. Ayrıca, Mevlevilik tarikatının kurucusu olarak Mevlana'nın etkisini ve tasavvuf düşüncesindeki yerini ele alır. Hem Mevlana'nın kişisel hayatına hem de onun düşünce dünyasına dair derinlemesine bir keşif sunan bu yazı, okuyuculara Mevlana'nın manevi mirasını ve onun modern dünyadaki etkisini anlamaları için zengin bir kaynak sağlar.
Hz. Mevlana’nın Eğitimi
Bahaeddin Veled vefat ettiği vakitte, Muhammed Celâleddin 24 yaşında idi. Baha Veled’in müritleri ve Muhammed Celâleddin’in dostlarının ricası üzerine Mevlâna babasının yerine geçti. Aynı zamanda babasının da müridi olan Seyyid Burhaneddin Muhakkık Tirmizî (V. 1241)’ye kadar şeriat ilimlerinin müftüsü olarak hayatını geçirdi.
Mevlâna Neler Okudu?
Mevlâna gerek babasından, gerekse Burhaneddin’den ilimler tahsil etmiş, zamanın Maturîdî/Hanefî âlimlerinin başındadır. Mevlâna Celâleddin Taberi, Kısasü’l-Enbiya, Muhammed Gazalî’nin İhyâ’sı, Ebû Nuaym Isfahanî’nin Hilyetü’l-Evliya’sı, Avfî’nin Câmiü’l Hikâyât’ı, Zemahşerî’nin Rebiü’l-Ebrâr’ı, İbn Kuteybe’nin Uyûnü’l-Ahbâr’ı, Muhammed bin el Münevver’in yazdığı Ebû Said bin Ebû’l-Hayr’ın menkıbesi olan Esrâru’t-Tevhîd’i, Ebu Nasr es-Serrâc’ın Kitabü’l-Lüma’sı, Kuşeyrî’nin Risale’si, Hucvirî’nin Keşfü’l-Mehcûb’u, Ahmed Semâni’nin Ravhu’l-Ervâh fî Şerhi Esmai’l-Mâliki’l-Fettâh’ı gibi eserleri okumuştur. Bunun yanında Mevlâna’da daha sonra hayatında en büyük etkilere yol açacak olan Şems-i Tebrizî’nin Makâlât’ı, yine Feridüddîn Attâr’ın Esrarname’si, Hakim Senâî’nin şiirlerinin etkisi de görülmektedir.
Mevlâna’yı Yetiştiren Mutasavvıflar ve Etrafındakiler
Hz. Mevlana’nın Babası Sultânü’l-Ulemâ Bahâeddin Veled
Hiç şüphe yok ki Mevlâna hem zahirî, hem de batınî ilk ilimlerini babası Sultanü’l-Ulema(Alimlerin Sultanı) Bahaeddin Veled’den almıştır. Horasan’dan Konya’ya kadar süren uzun yolculuğunda birçok âlimle görüşmüş; babası ve ailesi ile birlikte geçirdiği bu uzun yolculukta hem kaldığı şehirlerdeki medreselerde hem de yolculuk boyunca babasının rahle-i tedrisinden geçmiştir.
Seyyid Burhâneddin-i Muhakkık-ı Tirmîzî
Babasını kaybeden Mevlâna, içinde büyük boşluk duyuyordu. Çünkü o, yalnız bir baba kaybetmemişti. Bir şeyh, bir mürşit, bir gönül dostu, ilim ve fazilet timsali, bir insan-ı kâmil kaybetmişti. Her ne kadar Sultanü’l-Ulema’nın ebedi âleme göç etmesinden sonra, onun müritleri tarafından bir şeyh, bir pîr olarak tanınıyor, genç yaşında zamanın büyük âlimi sayılıyor, etrafında hayli ilim ve irfan meraklısı toplanıyorsa da; o, kendini babasının yerine koyamıyor, manevi yalnızlığını hissediyordu. Bir sene böyle geçti. Sultanü’l-Ulema’nın vefatından, bir yıl sonra, halifelerinden Tirmizli Seyyid Burhaneddin Muhakkık (d. 561H/1166M), şeyhinin Konya’ya yerleştiğini duymuş ve onu görmek için Konya’ya gelmişti. Çok sevdiği şeyhinin bir sene evvel vefat etmiş olduğunu ve yerine oğlu Celâleddin’in geçtiğini görmüştü. Konya’ya gelen bu Seyyid Burhaneddin kimdi? Eflâkî ondan “Seyyid-i Sırdan”, “Buhanü’l-Hakk ve’d-din, Hüseyin et Tirmizî” olarak zikrederken, Burhaneddin’i Mevlâna’nın Atabek ve Lalası olarak tanımlar. Sîpehsâlar ise “Kutupların efendisi, velilerin ve olgun kişilerin kendisiyle övündüğü, meczupların baş tacı Seyyid Burhâneddin-i Muhakkık-ı Tirmîzî” olarak bahseder. Burhaneddin Konya’ya geldikten sonra Sincâri Mescidi’nde birkaç ay inzivaya çekildi. O sıralarda Karaman (Larende)’da ikamet eden Mevlâna’ya bir mektup göndererek babasının mezarının olduğu yere tekrar dönmesi için ricacı oldu. Mevlâna mektubu alınca Seyyid Burhaneddin’in Konya’ya gelmesine çok sevindi, mektubu defalarca öperek yüzüne sürdü. Muhammed Celâleddin mektubu alır almaz hemen Konya’ya döndü. Seyyid Burhaneddin, Mevlâna’ya çeşitli sorular soruyor, onu bir anlamda sınavdan geçiriyordu. Buna karşılık Seyyid, Mevlâna’nın verdiği cevaplara çok sevindi. Babasının kendisini çok iyi yetiştirdiğini, hatta Baha Veled’i dahi geçtiğini söyledi. Mevlâna’nın bundan sonra “hâl” ilmiyle yani “ilm-i ledün” ile meşgul olacağını söyledi. Muhammed Celâleddin, Seyyid Burhaneddin’e kendi medresesinde 638H/1241M53 senesine kadar, tam 9 yıl boyunca hizmet etti.
Hz. Mevlâna Suriye’de
Mevlâna Celâleddin, Seyyid Burhaneddin’in isteği üzerine, zahir ilimlerdeki bilgisini ilerletmek üzere ilk kez Şam’a gitmeye karar verdi. Burhaneddin Tirmizî, Mevlâna’ya Kayseri’ye kadar eşlik etti. Burhaneddin, Sahib-i Isfahanî’nin konuğu olarak Kayseri’de kaldı. Mevlâna, babasının müritleriyle birlikte Şam’a doğru yolculuklarına devam etti. Mevlâna Halep’te, ailesi beş kuşak boyunca kadılık yapan büyük Hanefi Fıkıh âlimi, Kemâleddin bin el-Adîm (1192-1262)’den; öncelerde Rumların büyük kiliselerinden biri olan, sonradan Zengi oğlu Nureddin Mahmud zamanında 544H/1149M yılında medreseye dönüştürülen, Halâviye Medresesi’nde eğitim aldı. Halep’te ne kadar süre ile kaldığını bilmediğimiz Celâleddin, buradan Şam’a geçti.
Celâleddin Şam’a vardığında, zamanın büyükleri onu karşılayıp Mukaddemiye Medresesi’ne yerleştirdiler. Tam bir Riyazet haliyle din ilimleriyle bu medresede meşgul olan Mevlâna, yedi veya dört sene civarında Şam’da kaldı. Ayrıca Mevlâna Şam’da Berraniye Medresesi’nde bulunduğu zaman içerisinde Hızır ile görüşmüştür. Şam’da İbnü’l-Arabî, Sadeddin Hamevî, Osman er-Rûmî, Evhedüddin Kirmanî, Sadreddin Konevî ile görüşüp, Buharalı bir âlim olan Cemâleddîn Hasirî’nin derslerine katılmak için Nuriye Medresesi’ne gitti. Mevlâna Şam ve Semerkant’ı güzel bir şekilde anarken oraları över. Hatta Mesnevî de gam ve kederden kurtuluşla alakalı bir beytinde Şam’dan şöyle bahseder; “Gamı gördün mü aşkla çek, kucakla onu. Şam’a Revbe Tepesi’nden bak.”
Eflaki menakıpnamesinde Muhammed Celâleddin’in Şems-i Tebrizî ile ilk görüşmesinin Şam’da olduğundan bahseder. Mevlâna, Şam’da bir meydanda dolaşırken kalabalık arasında siyah giyinmiş, başında bir külah bulunan bir acayip şahısla karşılaştı. Celâleddin’in yanına gelip onun elini öperek, “Dünyanın sarrafı beni anla” deyip, daha onunla meşgul olmadan Şems kalabalık arasında kaybolup gitti. Daha sonra Mevlâna Rum (Anadolu)’a hareket etti. Şems-i Tebrizî “Makalât”ında bu görüşmeyi 15 veya 16 yıl önce Mevlâna’yı Şam veya Halap’te gördüğünden bahsederek Eflâkî’yi teyit eder. Celâleddin Suriye’de sadece bir medresede kalmadı, 4 veya 7 yıl süreyle birçok medresede ve bir o kadar da farklı ilim dallarında tahsil gördü. Mevlâna Şam’da 4 veya 7 yıldan fazla bir süre kalmadan Rum’a doğru hareket etti. Kayseri’ye vardığı zaman onu bilginler ve zamanın büyükleri karşılamaya çıktılar. Sahib-i Isfahanî, Mevlâna’yı kendi sarayında konuk etmek istedi. Burhaneddin, babasının âdetinin medresede kalmak olduğunu söyleyerek Mevlâna’ya medreseyi işaret etti.
Burhaneddin, Celâleddin’i ayrı ayrı zamanlarda üç kez riyazet için halvethaneye soktu. Burhaneddin’in ilk teklifi 7 günlük bir çile çıkartma olmasına karşılık Mevlâna 40 günlük bir halveti istedi. Mevlâna’nın çile çıkaracağı hücrenin kapısını çamurla kapattırdı. İkinci ve üçüncü çile çıkartma döneminin ardından Seyyid Burhaneddin Celâleddin’in bulunduğu halvethanenin kapısını yıktırarak içeriye girdi. Burhaneddin Mevlâna’yı gözyaşlarıyla taltif ederek, kendisinin naklî, aklî, kisbî ve keşfî ilimlerde eşi ve benzeri olmayan bir kâmil insan olduğunu, Peygamberlerin ve Velilerin parmakla gösterdiği bir kişi haline geldiğini söyledi.
Mevlâna’nın eğitiminde Baha Veled’den sonraki en büyük kişi hiç şüphesiz ki Seyyid Burhaneddin Muhakkık Tirmizî’dir. O babasından sonraki ikinci büyük şeyhi ve mürşididir. Eflâkî ve Sîpehsâlar, Mevlâna’nın tarikat silsilesini Bahaeddin Veled yoluyla Seyyid Burhaneddin’e ondan da Maruf-i Kerhî’ye eriştirir. Seyyid Burhaneddin Kayseri’de vefat etti (637H/1239-1040M69). Isfahanlı Sahip Şemseddîn, Seyyid’in vefat haberini Celâleddin’e bir mektupla haber edince, o da Kayseri’ye gelerek Burhaneddin’in kitaplarını ve risalelerini aldıktan sonra kitaplarının bazılarını Şemseddîn’e hediye vererek Konya’ya geri döndü.
Hz. Mevlana’nın Yeniden Konya’ya Gelişleri
Neredeyse tüm hayatı göç ile anılan Mevlâna Muhammed Celâleddin, babası vefat ettiğinde 24 yaşlarında; Şeyhi Burhaneddin vefat edip 1237-1241 yılları arasında Suriye’den Konya’ya döndüğünde tahminen otuzlu yaşlarının başında idi. Mevlâna artık bu dönemde Konya’da vaaz veren, halkın din konuları hakkında sorular sorup, cevaplar aldığı bir kişidir. Babasının ve kendisinin dostu, Ahi Bedreddin Gevhertaş tarafından Bahaeddin Veled hayatta iken yaptırılan ve aynı zamanda evi ile bitişik olan medresede dersler veren Mevlâna, artık Selçuklu Konya’sının en büyük ulemalarındandır. Medresede İslam ilimleri hakkında dersler veren Mevlâna’nın öğrencileri dört yüz kişiyi bulurdu; zamanın fakihleri, âlimleri, zahitleri ve halkı derslerine geliyordu. Mevlâna destarını (sarığını) âlimler gibi sarıyor ve taylasan bırakıyor, büyük âlimlerin kıyafetleri gibi geniş kollu hırka da giyiyordu. Etrafında birçok müridi olan Mevlâna’nın şöhreti tüm âleme yayıldı.
Sultan Veled İptidaname’sinde Burhaneddin’den sonraki Konya’daki medrese hayatını şöyle anlatır; “Önce gerçeklikten uzaktılar ama sonra on binlerce müridi oldu. Ulu müftüler, hüner sahipleri, onu, Peygamber makamında gördüler. İleri gidenler de, geri kalanlar da ona mürid oldu, kul-köle kesildi; yeşillikler gibi baharın dirildiler. Cömert davranıp minberde, Peygamber gibi ateşli, alıcı vaazlar verdi. Gizli sırları açtı, söyledi; her zaman, yüzbinlerce inciler deldi. Güzelim ünü âlemi tuttu; insanları, ruhlarını diriltti. Sırlar, onun yüzünden öylesine açıldı ki her müridi, Ma’rüfu bile geçti. Böylece, davetle zamanını geçirmede, Tanrı’yla meşgul olmada, onun yüzünden âşıklar muratlarına ermedeydi.”
Burhaneddin’in vefatından muhtemelen 2 yıl sonra Alâeddin ve Sultan Veled’in anneleri, Mevlâna’nın ilk karısı Gevher Hatun da 1242 veya 1243’te vefat eder. Seyyid’in vefatından tam 5 yıl sonra da Burhaneddin’in “arslan” diye nitelendirdiği Şemseddin Konya’ya çıka gelir… “Ansızın Şemseddîn gelip ona ulaştı; nurunun ışığında da gölge, yok olup gitti. Aşk dünyasının ardından defsiz, sazsız aşk sesi erişti. Maşuk hâllerini anlattı ona; böylece de sırrı yücelerden de yücelere vardı. Dedi ki: Sen bâtına rehin olmuşsun ama şunu bil ki ben, bâtının da bâtınıyım. Sırları sırrıyım ben, nurların nuru; erenler, benim sırlarıma erişemez. Aşk da benim yolumda perdedir; diri olan aşk bile benim önümde ölüdür…”
Şems-i Tebrizî
Bahaeddin Veled ve Seyyid Burhaneddin gibi erlerin rahle-i tedrisinden geçmiş, birçok medresede ilim tahsil etmiş, zamanın en büyük fıkıh otoritelerinden olan Hazret-i Mevlâna Muhammed Celâleddin gibi âlim ve temkinli bir velinin hayatında en büyük inkılâbı yapan, Tebrizli Şemseddin kimdir? “Güneş” anlamına gelen bu Arapça ismin sahibi olan Şems-i Tebrizî’nin tam adı, lakapları, Mevlâna’nın ona hitabı bize büyülü bir kişi portresini çizer. Eflâkî onun tam isminin Şemseddin Muhammed bin Ali bin Melekdâd-ı Tebrizî; lakabının ise “Uçan Şems” anlamında “Şems-i Perende” olduğunu, olgunluğu sebebiyle de “Kâmil-i Tebrizî” sıfatıyla anıldığını, Mevlâna’nın da ona “Seyfullah (Allah’ın kılıcı)” dediğini söyler. Sîpehsâlar onu “âriflerin kutbu”, “Peygamber ve Hakk elçilerinin delili”, “lütuf güneşi”, “maşukların baş tacı” gibi sözlerle ulularken geçmişi ve şeceresi hakkında bilgi vermez. Tebrizli Muhammed Şemseddin, zamanın ulularından, çok büyük bir zat, memleketi Tebriz’de sepet (veya) zenbil örücüsü olan Ebu Bekir (Sellebaf) Tebrizî’nin mürididir. Nerede ve nasıl bir eğitim aldığı hakkında hiçbir bilgi olmayan Şems-i Tebrizî’nin manevi mertebesi öyle bir dereceye vardı ki, kendi şeyhiyle yetinmedi, daha büyük bir şeyh aramak için yollara düştü. Bunun yanı sıra Şems-i Tebrîzi’nin başta Hazret-i Peygamber, sahabe, mezhep, tasavvuf… hakkındaki sözlerinden hareketle eğitimi ve din algısı hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Şems-i Tebrîzi her şeyin başında bir İslam ârifidir. Şems-i Tebrizî, aynı zamanda Ehli Sünnet mezheplerinden Şafiî Mezhebine bağlıdır.
Şafi fıkhıyla ilgili beş temel metnin birisinden özellikle söz eder; ünlü Nizamiye Medresesi’nin ilk hocalarından olan Ebu İshak Şirazî’nin el-Tenbih fi furû el-Şâfiiyye’si, Şems Makâlat’ının birçok yerinde mezhebinden bahseder ve Hanefî olan Mevlâna’nın mezhebinin güzelliğini de över. “Diyelim ki, ben Şafiî mezhebindenim, Hanefî mezhebinden bir şey buldum ki, benim işim onunla daha iyi yoluna girer. Bunu kabul etmezsem inatçılık olur.” “Ben sordum: İslâm bilginleri arasında nasıl uyuşmamazlık olabilir? Dedim. O iki türlü görüş ve o taassup senin işindir. Ebu Hanife eğer Şafiî’yi göreydi, başcağızın kucaklar, gözlerini öperdi. Allah kulları, Allah ile nasıl ayrılığa düşerler. Bu ayrılık nasıl mümkün olur? Sen ayrılık görüyorsan kurban ol ki uzaklıktan kurtulasın.” Şems-i Tebrizî’nin Hazret-i Peygamber algısı her bir şeyin üzerindedir. “Söz sırası Hazret-i Mustafa (Aleyhisselam)’ya gelince, bir şey söyleyemem. Çünkü onun işi pek yücedir. Şüphe yok ki, Allah onu kerem denizine batırıp çıkarırken mübarek bedeninden serpilen nur damlacıklarının her birinden bir nebi, bir peygamber türemiştir. Geri kalan damlalardan da Allah velileri yaratılmıştır. Öyleyse, onları nasıl birbirine yaklaştırabilirim? Ancak en son gelen evvelkilerinden daha üstündür derim. Sonra nasıl olur da başka bir nebiyi, Hazreti Muhammed (Aleyhisselam)’le karşılaştırabilirim?”
“Hazret-i Muhammed’le birlikte otururken Musa’yı görmek istersen aldanırsın, İsa’yı görmek de böyledir. O, avların en büyüğünü avladı. Ama Musa’yı görseydin onu Hazret-i Muhammed (Aleyhisselam)’den bulurdun. Ne zaman onun adı üzerinde sana bir şeyler söylerler ve onun gayretinden bahsederlerse, onu Hazret-i Muhammed (Aleyhisselam) söylemiştir. Eğer Tevrat’ı okur da onun vasfını o kitaptan dinler ve Hazret-i Muhammed’i (Aleyhisselam) dilersen, Hazreti Musa’nın bin kere: «Yarabbi ne olurdu o Peygamberliği bana vermeseydin yahut bir zaman yerimde oturup da onun dış görünüşünü görebilmek için biraz geciktirseydin!» Dediğini görürdün. O halde gel sen ve ben altı ay efendimizle birlikte oturup ah ve feryat edelim.”
“Sahabelerin her biri Muhammed (Aleyhisselam)’in sıfatlarından biri ile vasıflanmış idi.”
“Ömer (Allah ondan razı olsun), öyle bir kahraman idi ki, bir vuruşu ile aslanı geri kaçırır, onun korkusundan şarap sirke olurdu.”
“Er gerektir ki böyle bir topluluğu ve böyle bir ümmeti yola getirmek için Hazret-i Muhammed (Aleyhisselam) ve Hazreti Ali gibi kılıç çalabilsin.”
Baha Veled ve Mevlâna gibi Şems de Felsefe ve Filozaflara karşıdır. Mevlâna’nın Felsefe ve Filozaflara olan muarızlığının ana nedeni de zaten babası ve Şemseddin’den gelmektedir.
“Mustafa (Aleyhisselam)’nın en küçük ve ehemmiyetsiz görünen bir hadisini, binlerce Kuşeyrî ve Kuşeyrî risalelerine ve bunlardan gayri kitaplara değişmem. Onların hepsi de tatsızdır, zevksizdir.” Şems’e göre bilgi ancak vasıtadır, gaye olduğu zaman hem hakikati hem de kendini (varlık sebebini) perdeler. “… Ama dışarıya vurmayan ışığı görüp bilmemelerine de şaşılamaz. Ancak dışarı vuran, avuçlarının içinde ve karşılarında bulunan ışığı göremeyenlere şaşılır. Yoksa Sokrat’ın (Hipokrates), İhvanı Safa derneğinin, Yunan filozoflarının söz ve fikirleri Hazreti Muhammed (Aleyhisselam)’le, onun evlâdı, torunları, can ve gönülden ona uymuş olan kimselerin sözlerine benzemez. Hatta sudan ve topraktan yaratılmış insanoğlunun sözlerine de benzemez.” “Cehennemlik insanların çoğu da bu filozoflardan ve bilginlerdendir. Çünkü onların çok uyanık ve akıllı olmaları, kendilerine perde olmuştur.”
Şems-i Tebrizî’nin klasik bir tarikat silsilesine tabi olduğu gibi bir şeyden söz edilmesi mümkün görünmüyor. Zaten kendisi de suyu pınarın kaynağından içtiğini söyler; “Herkes kendi pirinden söz açar. Bize, Hazret-i Rasulullah (Aleyhisselam) rüyada bir hırka verdi. Fakat bu iki gün sonra eskiyip yırtılacak, külhanlara atılacak veya bulaşık silinecek hırkalardan değildir. Belki sohbet ve yoldaşlık hırkasıdır. Akıllara sığmayan bir sohbet değil, belki dünü, bugünü, yarını olmayan bir sohbet. Aşkın zevk ile bugün ve yarın ile ne ilgisi var.”
Şems önceki şeyhi Ebu Bekir Sellebaf’dan bahsederek onun kendinden önceki şeyhinden bir hırka alıp almadığı konusunda bilgisi olmadığı ama kendinin de (şeyhinin de) bir hırka verme âdeti olmadığını söyler. Bunun yanında Mevlâna’dan bahisle konu ile alakalı şöyle der; “Ben de kendi şehrimden ayrıldığım günden beri şeyh görmedim. Eğer yaparsa şeyhliğe Mevlâna yaraşır. Ancak hırka vermez, biri gelir de zorla, «Bize bir hırka ver» diye direnir, «sakalımızı kestir» der. Aşılırsa o zaman o da verir. Şimdi bu suretle hırka vermek başka, bir de Mevlâna’nın, «Gelin bana mürit olun,» demesi başkadır.”
Şems, mezhebini kendi Makalât’ında açıkça söylerken, meşrebi konusunda Ebubekir Sellebaf’tan söz etmektedir. Ama Şems’in Konya’ya gelmeden önce veya geldikten sonra Kalenderî olduğu ile alakalı elimizde hiçbir bilgi yoktur. Gölpınarlı’ya göre, bir meslek sahibi olduğundan “Sellebâf” olarak anılan Ebu Bekir’in, esnaf bölüklerinden bir bölüğe mensubiyetinden ötürü Fütüvvet erbabından, belki de bir Kalenderî olabileceğinden söz eder. Yalnız ister Kalenderiyye’den, ister Fütüvvet yolunda ilerlemiş ve Ahilik makamına ulaşmış olan bir şeyhe mensup olsun, Şuttar (aşk ve cezbe)’dan olduğu ve bir Melâmeti’den daha ziyade ‘Melamet’i temsil ettiği açık olan Şemseddin, ömrü boyunca herhangi bir tarike bağlanmış değildir. O, coşan, kabaran bir deniz olmuş; yanmış, yakılmış, aşk ve cezbe ile kendinden geçmiş, âleme Mevlâna’yı hediye etmiştir.
Şems, Konya’ya Celâleddin için geldiğini açık açık söyler; “Bana deselerdi ki, ‘Baban seni çok özlemiş, mezarından kalkmış Telbaşir Köyü’ne bir adımlık yerde seni görmek için bekliyor. Seni görüp tekrar mezarına dönecek. Gel! Artık babanı görmeye gel! Hayır, olsun! Ne yapayım,’ derdim. Halep’ten bir adım bile dışarı çıkmazdım. Ben ancak Mevlâna için geldim.”
Şems nasıl bir çocuktu? Şems, Tebriz’deyken çocukluğundan itibaren ailesinin anlayamadığı Hakk vergisi bir hâl üzereydi. Şems babasının kendisini naz ve nimet içerisinde büyüttüğünü söyler. Üç dört gün boyunca hiçbir şey yemiyor, babasının ısrarına rağmen de bir şeyler yiyemiyordu. O derece zayıflıyordu ki pencereden bir kuş gibi uçabilecek hale gelmişti.
Şems babasından belki de kendi hâline yabancı olduğu için şikâyetçiydi. “Benim babamın bile benden haberi yok! Kendi şehrimde bile garibim. Babam bile bana yabancı. Gönlüm ondan ürküyor. Öyle sanıyorum ki, üstüme yıkılacak; bana güzellikle söz söylerken bile beni dövecek, evden kovacak sanıyordum ve kendi kendime diyordum ki; eğer benim manevî varlığım, onun manasından doğmuş olsaydı, gerekirdi ki, bendeki mana onun yavrusu olsun; onunla uyuşsun, anlaşsın ve olgunlaşsın. Kümes tavuğunun altına konmuş bir kaz yumurtasıyım sanki.”
Şems Konya’ya gelmeden önce birçok yer dolaştı ve maişeti için çeşitli işler yaptı. Şems, Tebriz’den ayrıldıktan sonra, Bağdat, Şam, Halep, Kayseri, Aksaray, Sivas, Erzurum ve Erzincan’da bulundu. Şems bütün buralarda biraz tanınır tanınmaz oradan hemen uzaklaştı. Şems, Erzurum’da maişeti için (ilk) mektep hocalığı yaptığı sıralarda, oradaki melikin olgun bir çocuğu vardı, fakat çocuk aptal ve unutkandı. Kur’an’ın bir cüzünü dahi bir yılda öğrenemeyen bu çocuğa Şemseddin günde bir cüz ezberleterek, bir ayda Kur’an’ın tamamının hafızı yaptı.
Yine maişeti için Şemseddin Şalvar uçkuru örer, inşaat işlerinde çalışırdı. Şems, Konya’ya gelmeden önce birçok kişi ile de görüşür. Necmüddin Kübra ve Baba Ferec-i Tebrizî’nin müridi Baba Kemal Cendî bunlardan biridir. Ayrıca, Sivas’ta yaşamış olan kelamcı Esededdin Mütekellim ile Kur’an’daki bir ayetin tartışmasını yapar. Şems, Şam’da, Nişabur dili ile konuştuğunu söylediği, Dehrî Felsefeci, Şahap Herevî’den bahseder. Şems Makâlât’ının birçok yerinde Şeyh Muhammed isminde birinden de bahseder. Şems, Makâlât’ta Evhadüddin Kirmânî’den birkaç yerde bahis açıp, kimi zaman onun ahlakını eleştirir; Kirmânî’nin Şems’i ısrarla davet etmesi ve kendisinin bu daveti (farklı meşrepten olmalarından dolayı) reddetmesinden bahseder. Yine Şihabeddin Sühreverdî, Ebu Necib Sühreverdî, İbnü’l Arabî gibi zatlar, Şemseddin’in karşılaşıp kitabına da bahis konusu yaptığı kişilerdir.
Hazret-i Şems’in Konya’dan İlk Ayrılışı
…Mevlâna artık sadece Şemseddin ile zamanını geçiriyor, halk tarafından sevilen, kimi zaman namaz, oruç, miras… vb. şer’i konularda sorular sorup fetva aldıkları; belki de sulûk, erkan, rabıta… vb. tasavvufi konularda cevap aldıkları Mevlâna’yı artık göremiyorlardı. Çünkü o zamanının tamamını Şems ile geçiriyor, sema ediyor, şiirler söylüyordu. Yakın ahbabı ve öğrencileri bunun bir süreliğine olduğunu düşünüyorlar yakında her şeyin normale döneceğini umuyorlardı…
Derken dedikodular ve Şems’e karşı olan kıskançlıklar artık iyiden iyiye dillendirilmeye başladı; “Bu adam kim oluyor ki Şeyhimizi, ırmağın bir saman çöpünü kapıp sürüklediği gibi kaptı da bizden ayırdı. O ne biçim ırmaktır ki öylesine bir dağı yerinden etti, bir saman çöpü gibi alıp götürdü. Onu bütün dünya halkından gizledi; hiç kimse yerinin, yurdunun nişanını bile bulamıyor. Artık onun yüzünü göremiyoruz; önce olduğu gibi yanına varıp oturamıyoruz. Bu adam büyücü olmalı ki büyüyle, afsunla Şeyhi kendisine bağladı. Yoksa o kim oluyor, ne var onda ki bunca düzenle geçinip yaşamada. Bizim en aşağımız bile ondan iyi; ama o, kendisinden daha ulu kimse olmadığını sanıyor, kafasında bu düşünce var. Ne soyu belli, ne boyu; nerden, nereli olduğunu da bilmiyoruz. Yazıklar olsun, bu ne yaradır ki şu düzen, şu töre, onun yüzünden harap oldu gitti. Bütün halk vaazından mahrum kaldı kutlu talihimiz, onun yüzünden şomlaştı.”
Şemseddin için artık iş çığırından çıktı. Hatta iş Şems’i taciz etmeye kadar ilerledi ki, Şemseddin, Celâleddin’in haberi olmadan Şam’a doğru yola koyuldu. Mevlâna, Şems’in gidişini Çelebi Hüsameddin’e şöyle yazdırmıştır; “Aziz Mevlâ, hayra davetçi, ruhların hülasası, kandil konan yerin, sırçanın ve kandilin sırrı; önce gelenlerle sonra gelenler içinde Allah’ın nuru. Allah ömrünü uzun etsin ve hayırlısıyla bize kavuştursun, altı yüz kırk üç yılı şevvalinin yirmi birinci Perşembe günü gitti (21 Şevval 643/11 Mart1246).
Şemseddin, Konya’da on beş ay, yirmi beş gün kaldı. Şems’in gidişinden sonra Mevlâna kendini tamamıyla kapamış, yakın dostlarıyla da konuşmuyordu. Mevlâna, Şemseddin’in ayrılığından ötürü kimseyle konuşmuyor, kederli bir hâlde Şems’ten gelebilecek bir haberi bekliyordu. Derken Şam’dan, Şemseddin’den bir mektup geldi. Mevlâna beklediği bu mektupla beraber kendinden geçti, çok sevindi, sema ediyor, şiirler gazeller söylüyor; etrafındakilerle yeniden konuşuyor, onlara iltifat ediyor, Şems’in gidişine vesile olanlarla ise asla konuşmuyor, göz ucuyla bile onlara bakmıyordu. Hepsi ağlayarak tövbe edip, Ey Allah’ım bu günahtan dolayı bizi affet. Körlükten dolayı onun değerini bilemedik. O önderdi biz bilemedik. Bizi bağışla, artık ayrılma, eğer bir daha bunu yaparsak bize lanet et, diyerek Mevlâna’ya geldiler. Mevlâna onlardan bu özür ve yalvarmaları görünce onlara karşı gönlündeki buğuz bir nebze olsun dindi.
Mevlâna’nın dostları ve sevenleri, Sultan Veled’e gelip Şemseddin’i aramak üzere bir topluluk ile Şam’a gitmesi için ricacı oldular. Şükrane olarak da gümüş, altın para ve yol harçlığı verdiler. Mevlâna ise Sultan Veled’e Şemseddin’e ulaştırması için mektupla bir gazel yazdı;
Ezelde diri, bilgin, güçlü ve kendisi ile kaim olan Allah’a yemin ederim ki, onun nur aşk mumlarını yaktı da yüz binlerce sır bilindi.
Onun bir hükmü ile dünya âşık, maşuk, hükmeden ile hükmedilen dolu.
Şems-i Tebrizî’nin tılsımları içinde onun görülüp duyulmadık şeylerinin hazinesi gizlendi.
Sen seyahate çıktığın andan itibaren, mum gibi tatlılıktan uzak düştük.
Her gece mum gibi yanıyoruz, baldan mahrum olarak ateşle beraberiz.
Senin güzel yüzünün ayrılığından, cesedimiz harabe ve ruhumuz ise baykuş gibidir.
O dizgini bu tarafa çevir, dirlik filinin hortumunu büyüt.
Sen olmadan semâ helal değildir, eğlence şeytan gibi taşlanmıştır.
O şeref verici ev anlaşılan mektup gelinceye kadar, sensiz bir gazel söylenilmedi.
Sonra senin mektubunu dinleme zevki ile beş-altı gazel yazıldı.
Ey ulu kişi! Şam, Ermenistan ve Rum seninle övünmelidir.
Şam, aynı zamanda akşam, sabahın ışığından aydın olsun…
Hazret-i Şems’in Konya’ya Dönüşü
Sultan Veled babasının emri üzere Suriye’ye yirmi kişi ile beraber hareket etti. Uzun bir yolculuğun ardından Şam’a vardılar, birkaç gün boyunca Şemseddin’i aradılar; şehirdeki hiçbir kimsenin ne iş yaptığı ile alakalı bir malumatı yoktu. Nihayet onu bir köşede buldular, Sultan Veled ve yanındakiler Şems’in huzuruna geldiler. Veled, Şemseddin’in elini öperek babasının selamını iletti, yanında getirdiği altın ve gümüşleri önüne koyarak, Mevlâna’nın Şemseddin’e gönderdiği mektubu verdi. Şems gülümseyerek, “Bizi gümüş ve altın ile ne aldatıyor? Bizim Muhammed yaradılışlı Mevlâna hakkındaki isteğimiz yeter derecededir. Onun söz ve emrinden çıkmak nasıl mümkün olur?” Dedi ve Konya’ya gelmeyi kabul etti. Sultan Veled ve yanındakiler Suriye’de Şems’le geçirdiği günlerde sema meclislerine katıldılar ve birkaç gün sonra Konya’ya gitmek üzere yola koyuldular (644H/1247M). Sultan Veled, Şemseddin’in yanında yaya olarak gidiyordu, Şems her defasında ona ata binmesini söylediyse de o bunu kabul etmeyerek Konya’ya kadar yaya yürüdü. Sultan Veled bunu İbtidaname’sinde şöyle aktarır;
“Onun maiyetinde, zorla değil, gerçeklikle, canla-gönülle yelip yüpürmedeydi. Padişah ona, sen de filan güzel, iyi yürüyüşlü ata bin dedi. Veled, ey padişahlar padişahı dedi; seninle aynı tarzda olmak elimden gelmez. Hem padişah ata binsin, hem kul; lâyık değil bu, sakın söyleme bunu, nasıl olabilir bu. Atlı olmak sana değer padişahım; çünkü sen sevgilisin, bense âşığım. Sen, gerçekten de efendisin, bense kulum; hatta sen cansın, ben seninle diriyim. Benim yaya gitmem, senin ardında başımı ayak yapıp koşmam gerek. Böylece Veled, bir aydan fazla bir müddet yayan-yapıldak yürüdü; kimi inişte, kimi yokuşta, durmaksızın yol aldı…”
Sultan Veled’in birinci elden kendi ifadesi üzere Suriye’den Konya’ya yolculuk bir aydan fazla bir müddet sürdü. Peki, Mevlâna tüm bu zamanda ne ile meşguldü? O, Şemseddin’in aşkından yanıp, yakılıyor; onun bir an evvel geleceği günü hasretle bekliyordu. “Gidin a iş erleri, çekin getirin sevgilimizi; getirin bana o kaçak güzeli. Tatlı mı, tatlı nağmelerle, altın gibi bahanelerle o güzel yüzlüyü, o Ay parçası güzeli çekin eve. Bir başka zaman gelirim der, söz verirse inanmayın sakın. Verdiği sözlerin hepsi de düzendir, aldatır sizi o. Pek sıcak bir soluğu vardır onun; büyücülükle suyu düğümler, havayı bağlar o. Benim güzel sevgilim kutlulukla, neşeyle bir geldi mi, otur artık da Tanrı’nın şaşılacak şeylerini seyre dal. Onun güzelliği parladı, yüzü ışık saldı mı, güzellerin güzelliği de neymiş? Güneş yüzü, mumları söndürür gider. Yürü a tez giden gönül, Yemen’e, sevgilime git de o değer biçilmez akıykla selâmlarımı ulaştır, saygılarımı bildir.”
Konya’ya ulaştıklarında onları Mevlâna Celâleddin ve şehrin ileri gelenleri karşıladılar. Mevlâna, Şemseddin’in gelişi ile yine kendinden geçip gazeller okuyordu…
“Yola su serpin, şimdicek sevgili geliyor; bahçeye müjde verin, bahar kokulan gelmede.
Sevgiliye yol açın, yol açın o ayın on dördüne; ışıklar bağışlayan yüzünden ışıklar saça saça geliyor o.
Gökyüzü yerlere inmede, dünyaya bir uğultudur yayılmada, amberle misk bitmede, sevgilinin sancağı gelmede.
Bağın, bahçenin alımı gelmede; göz gelmede, mum gelmede...
Gam bir kıyıya gitmede; ay kucağımıza doğmada. Ok uçup gitmede, varıp amaca ulaşmada; ne diye oturmuşuz biz?
Padişah avdan gelmede. Bağ-bahçe selâma duruyor; selvi ayağa kalkıyor; yeşillik yaya koşuyor; gonca ata binmiş, geliyor.
Gökyüzünde halvete girenler, nasıl bir şarap içiyorlar ki can sarhoş oldu, yerlere serildi, akıl mahmurlaşmış, geliyor.
Köyümüze ulaştın mı, bil ki susmaktır huyumuz bizim; çünkü dedikodumuzdan toz kalkıyor bizim.”
Şemsedddin’in yanında Sultan Veled ve diğer kişilerle beraber Konya’ya yaklaştığında, Veled, babasına bir müjdeci gönderdi. Celâleddin müjdeyi alır almaz, gelen haberciye üzerindeki feraceyi, elbiseyi, başındaki sarığı, bütün varını yoğunu hediye olarak verdi. Konya’nın tüm ileri gelenleri; Mevlâna’nın dervişleri, ahiler, fütüvvet ehli, Celâleddin ile beraber Şemseddin’i karşılamaya çıktılar. 8 Mayıs 1247’de Şemseddin Konya’ya geldi. Şemseddin, Mevlâna’yı görünce atından indi, iki sevgili birbirine kavuştu, kucaklaştılar, secde (serfurû) ettiler. Şems, Mevlâna’ya Sultan Veled’den hoşnut kaldığını bildirerek, onun kendi isteği ile Şam’dan Konya’ya yaya olarak yürüdüğünden uzun uzadıya bahsederek Veled’e iltifatlar etti. Mevlâna bundan fazlasıyla memnun oldu ve Sultan Veled’e olan teveccühü eskisinden daha fazla arttı.
Şemseddin geldikten sonra, önceleri aleyhinde bulunanlar affedildi; onun gelişine her gün bir kişi davet veriyor, uzun bir süre boyunca bu davetler ve toplantılar devam ediyordu.Şemseddin Konya’ya gelmeye niyeti olmadığını söylemekle beraber, Halep’ten Mevlâna için geldiğini söyler; belki de Sultan Veled gelip ikna etmeseydi hiç gelmeye niyeti yoktu. “Ben Halep’teyken Mevlâna için niyazda bulunmakla meşguldüm. Yüz dua okudum ve muhabbetleri soğutan şeyleri dışta bırakarak muhabbetimin giderek arttığını aklımdan geçirdim, fakat gelmeye niyetim yoktu.” İkinci bu gelişte de Şems ve Mevlâna uzun bir müddet boyunca kendi medresesindeki hücrede beraber halvette kaldılar. Odalarına Selâhaddin ve Sultan Veled’ten başkasını almadılar.
Şemseddin, Mevlâna’nın uzun süredir yanında bir anlamda evlatlığı olan Kimya ismindeki kızı ile evlenmek istediğini söyledi. Mevlâna onun bu isteğini memnuniyetle kabul etti. Belki de Şemseddin’in tekrar gidebileceği endişesiyle onu Konya’ya bağlayacak bir bağın olmasını da istiyordu. Kış ayı olduğu için Mevlâna, medresenin ocaklı sofasında onlar için bir yer ayrılmasını istedi, yeni evliler orada zifafa girdiler. Kış boyunca orada kaldılar. Kimya Hatun güzel ve iffet sahibi bir kadındı. Mevlâna’nın ortanca oğlu Alâeddin Çelebi, her vakit anne ve babasının elini öpmeye Mevlâna’nın evine geliyor, Şems’in odasının bulunduğu sofadan geçerek hole gidiyordu. Şemseddin bundan çok rahatsız oluyor ama bir süre hiçbir şey demiyordu. Bir süre sonra Alâeddin Çelebi’ye nasihat yollu “ey gözümün nuru, her ne kadar dış ve iç edeple süslenmiş isen de bundan böyle bu evden hesaplı gidip gelmen gereklidir” diye onu uyardı. Bu söze içerleyip kızan Alâeddin, daha önce de Şemseddin’in Sultan Veled hakkındaki iltifatı sebebiyle gönlündeki bulanıklık da buna eklendi.
Sîpehsâlar’dan alınan bu rivayet olayın gerçeklik boyutunu göstermekle birlikte, menakıp sahibi her ne kadar olayı hafifleştirerek nakletse de Şemseddin kendi Makalât’ında Alâeddin’den bahisle bunu şöyle söyler; “Gördün mü Alâeddin’i nasıl tehdit ettim. Perde ardından, cübben hücrede dedim. Bezirgâna söyleyeyim de getirsin dedi. Hayır dedim, olmaz ben onu da hücreye gelerek zihnimi karıştırmamasını söyleyerek menettim. Orasını ben yalnız kalmak, halvet etmek için seçtim.” Bir gün Sultan Veled’in büyük annesi ile birlikteki kadınlar Kimya’yı, Şemseddin’den izin almadan bağa götürdüler. Şemseddin eve gelince Kimya’yı göremedi ve buna çok sinirlendi. Kimya Hatun eve gelince boynu tutuldu, üç gün boyunca feryat etti, üçüncü günü vefat etti.
Hazret-i Şems’in Gaybubeti
Şems ile Alâeddin arasındaki yukarıda bahsettiğimiz olay aslında, Alâeddin’in Şemseddin’e karşı olan hâlini gösteriyor. Alâeddin Çelebi bunu dışarıdaki kişilere anlatınca, tabii ki Şemseddin’e önceden diş bileyen fitneci güruh için bu büyük bir fırsat oldu. Alâeddin’e, “ne garip iş ki bilgi peşinde koşan bu kişi gelmiş, Hüdavendigar Hazretleri’nin evine girip onun oğlu ve gözbebeğini kendi evine sokmuyor” tarzındaki sözlerle onun kinini arttırıyorlardı. Fitne ateşi yeniden harlandı, aynı topluluk fırsat buldukça Şemseddin’i küçümseyen sözlerle incitmeye devam ediyorlardı. Şems, bir süre boyunca bu yapılan taşkınlıklara ses etmedi, hatta bunu Mevlâna’ya da söylemedi.
İş artık ikinci kez yine çığırından çıkmak üzere olduğu bir zamanda, Şemseddin, bunu hikâye yolu ile Sultan Veled’e biraz bahsetti; “Akıllarının, nefis ve istek esiri olduğunu, inananların hevâ ve heveslerine uyup gâvurlaştıklarını, pis nefislerinin kaynayıp coştuğunu, gene o padişahı ortadan kaldırmaya uğraştıklarını anladı. (Şems) Veled’e dedi ki: Gördün ya, azgınlıkla nasıl da birbirlerine solukdaş oldular. Doğru yolu göstermekte, bilginlikte eşi olmayan Mevlâna’nın kapısından beni ayırmak, uzaklaştırmak, sonra da sevinmek istiyor hepsi. Bu sefer öylesine bir gitmek istiyorum ki hiç kimse benim nerde olduğumu bilmesin. Aramakta herkes acze düşecek, kimse benden bir nişan bile bulamayacak. Böylece birçok yıllar geçecek de gene kimse izimin tozunu bile göremeyecek. Bunu anlatmaya kalkışırsam uzar gider. Ona düşmanlıkları gerçekleşince, Bu sözleri kaç kereler söyledi; tekrar tekrar bunu bildirdi. Derken herkesin gönlündeki keder geçip gitsin diye ansızın herkesin arasından yitiverdi. Birkaç gün görünmez olunca Mevlâna, dertle feryada başladı. Bunun üzerine onu, her yanda, her yerde aradılar. Hiç kimse ondan bir haber alamadı; ne kimseye bir koku geldi, ne kimse izini buldu.
Şeyh, onun ayrılığıyla deliye döndü, başsız ayaksız Zün-Nûn’a benzedi. Fetva veren Şeyh, aşkla şâir oldu; zahitti ama meyhaneciye döndü. Ama üzümden olan şarapla değil; nura mensup olan can, nur şarabından başka bir şarap içmez.” Sîpehsâlar’ın rivayetine göre, Mevlâna, sabah medreseye gidip Şemseddin’i görmeyince, Sultan Veled’in evine geldi. Ona, “Bahaeddin ne uyumuşsun, kalk şeyhini ara! Gene can burnumuz, onun lütuf kokusundan mahrum kaldı!” diye seslendi. Uzun bir müddet boyunca Mevlâna, Şemseddin’i aradı, günlerce şiir ve gazeller söyledi.
Eflâkî ise Şemseddin’in akıbeti hakkında iki ayrı rivayet verir. Eflâkî’nin Sultan Veled’den rivayet ettiği birinci olay şöyledir; bir gece Şems ile Mevlâna (muhtemelen) medresede oturuyorken, dışarıdan birisi Şems’e dışarıya çıkması için yavaşça işaret etti.
Şemseddin, Mevlâna’ya, “beni öldürmeye çağırıyorlar” dedi. Celâleddin uzun süren bir duraklamadan sonra, “ ‘halk ve emir onundur.’ Ayetinde buyrulana uymak en doğru harekettir.” dedi. Ardından pusuda bekleyen yedi kıskanç, hayırsız, alçak kişi Şemseddin’i bir bıçakla şehit ettiler. Şemseddin öyle bir nara attı ki, o yedi kişi kendinden geçti; kendilerine geldiklerinde birkaç damla kandan başka bir şey görmediler. O gün sabahtan akşama dek Şemseddin’den bir iz dahi bulunamadı. Mevlâna’ya haber ulaştığı vakit, “Allah istediğini yapar ve arzu ettiği şeye hükmeder” dedi. Bundan sonra Mevlâna devamlı sema edip, mersiyeler söylüyordu; “Eğer, benim kaderim kadar, gözüm ağlasaydı; gece ve gündüz seher vaktine kadar ağlardı, Şems-i Tebrizî gitti, o beşerin kendisiyle övündüğü Allah erine ağlayacak kimse nerede?” Şemseddin’in kaybolup gizlendiği tarih 645 senesinin Perşembe günüdür (9 Mayıs 1247 yılının ilk Perşembesi ile 23 Nisan 1248 arası bir tarih)
Eflâkî’nin ikinci rivayeti ise Sultan Veled’in zevcesi, Ulu Arif Çelebi’nin annesi, Selâhaddin Zerkubî’nin kızı Fatma Hatun’un oğluna (Arif Çelebi’ye) anlattığı şekildedir. Şemseddin şehit edildikten sonra, olaya karışanlar Şems’in cenazesini bir kuyuya attılar. Sultan Veled bir gece rüyasında Şemseddin’i gördü, Veled’e; “falan yerde uyumuşum” dedi. Sultan Veled gece yarısı müritlerini toplayarak hep birlikte gidip Şemseddin’in rüyada dediği yerde buldular; oradan (kuyudan) çıkarttılar. Gülsuyu, misk ve amber sürerek Mevlâna’nın medresesinin mimarı Bedreddin (Gühertaş)’in yanına defnettiler.
Bu üç rivayet hakkında bu güne değin birçok sözler söylendi, birçok hükümlerde bulunuldu. Ama işin hakikati nedir, bunu kesin olarak kimse bilemedi. Konya’daki Şemseddin Cami ve Türbesi “Makam-ı Şems” olarak geçse de, insanlar Şemseddin’in türbesinde metfun olduğuna inanırlar. Bunun yanında Mevlâna Türbesindeki, sandukalardan biri hâlen kitabesinde yazdığı üzere Mevlâna’nın oğullarından Şemseddin Yahya’nın (Rebiülahir 692/1293) sandukasıdır. Her nasılsa birisi burada Şems-i Tebrizî’nin metfun olduğunu söyleyerek, burada sonradan Mevlevilerce bir “Makam-ı Şems” inancı oluşturmuştur.
Fatma Hatun’un rivayet ettiği Bedreddin Gühertaş’ın yanına defnedildiği konusuna gelelim. Moğolları Anadolu’dan atmak için II. İzzeddin Keykavus’un büyük gayretler gösterdiği dönemde Bedreddin Gühertaş da Sultanın, Emir-i Silah’ıdır. Moğolların ardı arkası kesilmeyen isteklerinden Keykavus ve Kadı İzzeddin de bıkmıştır. 1256’da Moğolları Anadolu’dan atmak gayretiyle Sultanhanı’nda yapılan savaşı Selçuklu ordusu kaybeder. Karamanoğulları bu arada Konya’yı işgal etmek isteseler de Gevele Kalesi civarında Moğollara yenilirler. Karamanlıları, Konya’ya davet ettiği iddiasıyla birçok emir gibi, Âhi Bedreddin Gühertaş da yakalanıp, Alıncak Noyan’a gönderilerek 1256’da öldürülür. Bedreddin Gühertaş şehre getirilerek Şemseddin’in yanına defnedilir. Âhilerce Konya’da çok sevilen Bedreddin, daha sonra da Şemseddin’in yanından alınıp, kendi emlâki olan Karaaslan Köyüne yaptırılan kendi türbesine defnedilir.
Şems’in gaybubetinden önce Mevlâna, dostlarıyla birlikte, medresesinin sofasında oturuyordu. Mevlâna’nın daha gençlik çağındaki oğullarından Sultan Veled onun sağ tarafında, diğer oğlu Alâeddin de sol tarafındaydı. Birden bire yeşiller giyinmiş iki şahıs gelerek, selam verdiler, Mevlâna onlara ayağa kalktı. Bu gelenler hiç durmadan Sultan Veled’i alarak götürdüler. Bir müddet sonra Veled’i de yanlarında geri getirerek, “bu genç baba Veled’in neslinin devamı için insanlara lazımdır,” diyerek Alâeddin’i alıp gittiler. Mevlâna bu olay karşısında bir müddet sessiz kaldıktan sonra, “Bahaeddin’i bizim neslimizin devamı için, bir müddet dünyada saklayacaklar. Fakat Alâeddin’i çok tutmayacak, yakında götürecekler” dedi. Hakikaten Şems’in vakasından sonra Alâeddin vefat etti.
Şemseddin’in gaybubetinden sonra, ona kastedenler içerisinde olduğu bildirilen Mevlâna’nın oğlu Alâeddin Çelebi de bir süre sonra ateşli bir sıtmaya tutularak öldü. Mevlâna Celâleddin, oğluna kırgın ve kızgın olduğu için bağa giderek Alâeddin Çelebi’nin cenazesine katılmadı. Şemseddin’in gaybubetinden (belki de) bir kaç ay veya yıl sonra Mevlâna bir gün babası baha Veled’in mezarını ziyarete gitti. Namaz kılıp, dualarını okuyup bir müddet murakabeden sonra yanındakilerden hokka, kalem istedi. Kalkıp oğlu Alâeddin Çelebi’nin mezarına gitti. Alçı ile sıvalı türbesinin üzerine şu beyitleri yazdı; “Eğer senin merhametini yalnız iyinin ümit etmesi lazımsa, mücrim kime gidip sığınsın? Ey kerim olan Allah! Eğer sen yalnız iyiyi kabul ediyorsan, alçak kime yakarıp yalvarsın.” Sonrada mana âleminden Şems’in Alâeddin ile barıştığını, onu affettiğini, rahmet edilmişler zümresine katıldığını Mevlâna’ya söylediler.
Mevlâna Celâleddin, Şemseddin’in gaybubetinden sonra onun mateminin bir alameti olarak, başına duman renginde (duhanî) bir sarık sardı ve bundan sonra beyaz sarığı hiç sarmadı. Yemen ve Hint kumaşından bir fereci yaptırdı ve ‘Şeb-i Arus’una kadar elbisesi bu oldu. Mevlâna, kendinden geçmiş bir hâlde, şiirler söyleyip, sema ediyordu. Şemseddin’in (belki de) öldürüldüğü haberleri şayia olarak kulağına geliyor ama inanmıyordu; “Kim dedi ki aşkı coşturup meydana çıkaran ruh öldü; Cibrîl-i Emin, keskin hançerle can verdi? Şeytan gibi savaşla, inatla geberen, Tebrizli Şems öldü sandı. Kim dedi o ebedî diri öldü? Kim dedi ümit güneşi söndü? Güneşe düşman olan dama çıktı, iki gözünü yumdu da güneş battı dedi.”
Celâleddin, Şemseddin’in ayrılığından dolayı o kadar müteessir oldu ki, nerede onun adı anılırsa kendinden geçiyor, kim onun hakkında aslı astarı olmayan bir bilgi dahi verse şükrane olarak üzerinde ne varsa veriyordu. Bir gün adamın biri Mevlâna’ya, Şemseddin’i Şam’da gördüğünü söyledi. Mevlâna o kadar sevindi ki, o adama başındaki sarığını, sırtındaki feracesini, ayağındaki ayakkabısını o adama şükrane olarak verdi. Etrafındakiler bu adamın verdiği haberin yalan olduğunu söylediler. Mevlâna’da “evet bu adamın verdiği yalan haber için sarığımı, ferecemi verdim. Doğru olsaydı elbise yerine canımı verir, onun uğruna kendimi feda ederdim” dedi.
Hazret-i Mevlâna’nın, Şemseddin’i Aramak için Şam’a Gidişi
Mevlâna, Şemseddin’in vefatına inanmıyor, her yerde onu arıyor, kim bir haber verse yine üzerinde ne varsa ona teşekkür için veriyordu. Nitekim Mevlâna, Şems’i Konya’da bulamayınca onu aramak için Şam’a gitmeye karar verdi. Yanında Şems’e düşmanlık etmeyen müritleri, sevenleri ve yakınlarıyla birlikte Şam’a gitti. Mevlâna, Şam’da kaldığı süre içerisinde Şems’i arıyor, Şamlılar da, Mevlâna gibi büyük bir zatın, Şemseddin’e olan büyük aşkını hayretlerle müşahede ediyordu. Sultan Veled İbtidanamesi’nde bunu şöyle anlatır; “Yola düştü, Şam’a gitti; pişkin-ham, herkes de ardına düştü. Bu yolculukta Şam’a erişince halkı aşk ateşine yaktı, yandırdı… Herkes candan mürit oldu, kul kesildi ona; gölge gibi ardına düştü onun. Çoluk çocuk, ihtiyar genç, herkes onu dilemekteydi; herkes canla gönülle onu seçmişti. Şamlılar da ona uydular, hayran oldular... Dünya, Âdem devrinden beri, dünya olalı böyle bir aşk görmedi de, duymadı da… Tebrizli Şems, nasıl bir adammış ki böyle bir tek er, ardına düşmüş onun. Şaşılacak şey; Şeyh, ondan ne aramakta ki ardınca her yana koşuyor… Bu düşünceye düşen bilmiyordu ki aralarında bir fark yok; Mevlâna’nın, kendisinden başkasına özlemi olamaz. O, Şems’te ancak kendisini görüyordu; akıl, bir başkasını seçmemişti de, seçmez de…
Tebrizli Şems’i Şam’da görmedi ama Şems’i kendi varlığında gördü, Ay gibi kendi varlığında belirdi o. Beden bakımından dedi, ondan ayrıyız ama bedensiz, cansız, ikimiz de bir nuruz. İster onu gör, ister beni; ben oyum ey arayan kişi, o da ben.” Sultan Veled, Şam’a sanki bir keklik gibi giden Mevlâna’nın, alıcı doğan gibi döndüğünü söyler. Şam’dan dönen Mevlâna artık daha da coşup kendinden geçiyor, Şemseddin’e olan bu aşk her geçen gün daha da çoğalıyordu. Çalgıcılar çağırıyor, naralar atıyor, aşk denizi coşup daha da dalgalanıyordu. Halk bu kez bu coşkunluk ve kükreyiş karşısında büsbütün şaşırıyor; ayrılık derdi sebebiyle kararsız halen gelen Mevlâna, daha da kararsızlaşıyordu. Herkes onun bu hali sebebiyle (sanki) çıldırıyor, onlarda da ne karar ne de sabır kalıyordu. İhtiyar-genç o aşk güneşine karşı kendinden geçiyor; her türlü âdet göze soğuk-itici görünüyor, herkeste aşk ve âşıklık töre hâlini alıyordu. Mevlâna tekrar sema ediyor, şiir söylüyor ama Şemseddin’in Şam’da olduğuna da inanıyordu.
Hazret-i Mevlâna’nın, Şems’i Aramak İçin İkinci Kez Şam’a Gidişi
Birkaç yıl durduktan sonra Mevlâna, Şemseddin’i aramak üzere tekrar Şam (Dımaşk)’a bölükler halinde hareket etti. Aylarca orada kaldı. Şam halkı yine Mevlâna’nın bu aşkına hayretler içinde bakıyor; “Biz ne böyle bir aşk, böyle bir coşkunluk işittik, ne kimsede böyle bir özlem gördük…” diyorlardı. Mevlâna bu ikinci Şam seferinden bambaşka bir hâl üzere döndü. Mevlâna’da kemâlatın zirvesinde, temkin hâli vardı; “Bundan sonra tekrar, arslanın bile alnına damgalar vurmak için Rum diyarına döndü… Değil mi ki ben oyum dedi, ne arıyorum? Onun tıpkısıyım, artık kendimden bahsedeyim. Güzelliğini övdükçe överdim; ama o güzellik, o lütuf bendim zaten. Gerçekten kendimi arıyordum; üzüm şırası gibi küpün içinde kaynayıp coşuyordum. Kim kendini bildiyse Allah’ı da bildi; peygamberler ne dediyse anladı buyurdu. Ama bu durağa dedikoduyla erişemezsin; bunun sırrını hâl yolunda ara. Bu, nefs-i emmârenin değişmesidir; böylece de yıldız, ay olur. İnsan, kendini tam bildi mi, o zaman Rabbi’ni de bilir.
Ham bakırın kimya yüzünden altın olması yahut katrenin denize kavuşması, deniz kesilmesi gibi. Yeni ayın dolunay, bilgisiz kişinin bilgiyle bilgin olması gibi. Yahut koruğun olgun üzüm haline gelmesi, yahut da erlik suyunun huriye dönmesi. Anlam bakımından böylece yüceldi mi de ard, ona ön kesilir: Allah’ın üstünlüğünü ondan sonra anlar, bilir de şükür bineğini canla, başla sürer. İnsan, bu hâle gelmeden dâvaya kalkışırsa, bil ki dâvası manasızdır. Nitekim Mevlâna, bu sırrı anlatırken, o bilgin er, demiştir ki; Semâ’dan sarhoş olmayan, hoşluktan, zevkten, zevkten bir şey elde edememiştir. Yücelmiş bile olsa, sen onu münkir bil, sözünü bir arpaya bile alma… Boyuna onu gör, başkasını değil; onu gör de Allah’a doğru yol al. Şeyhini o arılıkla bilirsen, perdeler kalkar, Allah’ı da bilirsin. Hakk bilgisi mukadder olur sana; karanlıklar kalkar; baştanbaşa her yan nur olur.”
Görüldüğü gibi Mevlâna’da artık farklı bir hâl zuhur buldu. Fakat Şemseddin’in özlemi ve aşkı kor halinde gönlünde hâlâ duruyordu. Mevlâna Dîvan’ında Şam’a özlemini de bu ikinci dönüşünün ardından yine dillendirir; “Biz Şam’ın âşığıyız, sevdasıyla başımız dönmüş, delisiyiz, Divânesiyiz. Şam’ın sevdasına can vermişiz, gönül bağlamışız.” Mevlâna hakikaten bu ikinci dönüşünün ardından farklı bir hâl almışsa da yukarıdaki beytin devamında sanki bir üçüncü Şam seferine çıkmak istemektedir; “Şam, buluşma yüzünden dünya cennetiymiş; biz de Şam güzelini görmeyi beklemedeyiz. Şam’ın akşama benzeyen o güzelim siyah saçları yüzünden Rum ülkesinden kalkalım da üçüncü defa Şam’a doğru at sürelim. Tebriz! Şems ordaysa, onu orada bulursak Şam’a kul köle oluruz; ama ne kul, ne köle.” Her ne kadar bu üçüncü Şam seferinden herhangi bir kaynakta bahis açılmamış olsa da, herhalde Mevlâna’nın bu üçüncü Şam seferi niyette kaldı ve yapılmadı.
Konya’nın tüm halkı ve büyükleri Mevlâna’dan ayrı kalmanın üzüntüsü ve sıkıntısı içindeydiler. Durumu Selçuklu sultanına ve emirlerine arz ettiler. Mevlâna’yı davet eden bir mektup yazıp altına da, Anadolu’nun tüm âlimleri, kadıları, beyleri mühürlerini bastılar. Tekrar öz yurduna babasının kutlu mezarına dönmesini niyaz ettiler.
Konyalı Kuyumcu Şeyh Selâhaddin Zerkubî
Hazret-i Mevlâna, Tebrizli Şemseddin’i asla unutmamış ve unutmayacaktır. Ama Mevlâna artık Şemseddin olan aynada kendini yeniden gördü; “Bıldır, Ay gibi doğan o kızıl kaftanlı güzel, bu yıl boz bir hırkaya büründü de çıkageldi. O yıl, yağmada gördüğüm O Türk’tür bu yıl, Arap şeklinde gelen. Elbisesini değiştirdi ama sevgili, gene o sevgili. O elbiseyi değiştirdi; başka bir elbiseyle tekrar geldi. Şişe değişti ama şarap, gene o şarap, bak da seyret, sarhoşun başını ne de hoş döndürmede. Gece geçti; a sabah şarabı içenler, neredesiniz? O meşale, sırlar penceresinden belirdi çünkü. Habeşlerin devrini gördü de Rum ülkesinin dilberi gizlendi; fakat bugün şu koca orduyla geldi gene.”
Mevlâna’nın sükûn dönemi de diyebileceğimiz, Şemseddin’i artık aramaktan vazgeçtiği dönemde; dünle beraber giden o kızıl kaftanlı güzelin yerine gelen boz hırkalı güzel, hiç şüphesiz ki Kuyumcu Selâhaddin idi. Abdal ve evtadın kutbu, ariflerin sultanı, Yağıbasan oğlu, Konyalı Zerkub diye bilinen; Şeyh Selâhaddin Feridun Konya civarında bir göl kenarında bulunan Kamile denilen köydendi. Selâhaddin, geçimini köyün yanındaki gölde balıkçılık ile sağlıyordu. Selâhaddin gençliğinde Mevlâna’dan önce Seyyid Burhaneddin’e mürit oldu, onun hizmetinde bulundu. Ama Burhaneddin’in evladı olduğu dönemde Mevlâna’ya da intisap eden Selâhaddin’e, Burhaneddin, “Bana, şeyhim Sultanü’l-Ulema’dan iki büyük şey nasip olmuştur, biri söz fesahati, diğeri hâl güzelliği. Söz fesahatini, Mevlâna Celâleddin’e verdim; çünkü onun halleri çoktur, buna muhtaç değildir. Halimi de şeyh Selâhaddin’e bağışladım. Çünkü onun hiç söz söylemek hassası yoktur,” demiştir.
Mevlâna dini ilimlerle iştigal edip vaaz ettiği dönemde Selâhaddin, Konya’da sarraflıkla geçimini sağlıyordu. Burhaneddin, Konya’dan Kayseri’ye gidip orada vefat ettiği dönemde, Selâhaddin de ana-babasını görmeye köyüne gidip orada evlenip, çoluk-çocuk sahibi oldu. Bir Cuma günü Konya’ya geldiği sıralarda Ebu’l-Fazl Mescidinde Mevlâna Celâleddin vaaz veriyordu. Selâhaddin, Celâleddin’in, Burhaneddin’den bahsettiği bir anda, Mevlâna’da şeyhinin hallerini görerek kürsüye koşup ayaklarına kapanır. Mevlâna ona iltifatlarda bulunarak, nerede olduğunu sorar. O da “Evlendim, sizin büyüklüğünüzden ve sohbetinizden mahrum kaldım,” deyince Mevlâna, “Hayır, hayır, sen bizdensin, bizim canımızsın,” diyerek elinden tutar ve Selâhaddin ona mürit olur. Bu olay Burhaneddin’in ölüm tarihinden, yani 1241’den sonra; Şemseddin’in Konya’yı teşrifinden yani 1244’den önce oldu. Şems geldikten sonra, Mevlâna ile Şems, Selâhaddin’in evinde kaldığı için, Selâhaddin bu dönemde Konya’da bir ev sahibi idi. Hatta Konya’da bir bağı da vardı.
Sultan Veled, Mevlâna’nın kendisine; “Benim dünyada kimseden pervam yok. Sizinle de işim yok; hepiniz Selâhaddin’in çevresinde toplanın. Başımda şeyhlik sevdası yok benim” dediğini söyler. Mevlâna’nın, Selâhaddin’e sevgi ve iştiyakı hakikaten çoktu. Sultan Veled’e şöyle der; “Şeyh Selâhaddin’in yanında Şemseddin’i, Çelebi Hüsameddin’in yanında da şeyh Selâhaddin’i anmayınız. Her ne kadar onların nurları arasında tam bir birlik var ve bir fark yoksa da, ilahi kıskançlık faaliyettedir. Anmak doğru olmaz, çünkü şeyhlerin edebi ve terbiyesi budur.” Selâhaddin’in de Mevlâna’ya bağlılığı tamdı; “benim içimde örtülü nur çeşmeleri vardı, fakat benim ondan haberim yoktu. Sen benim gözümü öyle açtın ki, bütün o nurlar gözümün önünde deniz gibi coştular.”
Selâhaddin Zerkubî, Konya’ya yerleştikten sonra kuyumculuk işiyle uğraşıyordu. Bir gün Mevlâna kuyumcular çarşısı tarafından geçerken, kuyumcu dükkânlarından gelen “tak” “tak” seslerini işitti ve bir hâl zuhur ederek dönmeye (sema’a) başladı. Selâhaddin dışarıda sema eden Mevlâna’yı görünce o da dışarıya fırladı. Sema halindeki Mevlâna’nın yüzünü ve saçlarını öperek ona iltifatlarda bulundu. Selâhaddin riyazetten çok zayıf düştüğü için, Mevlâna ile sema etmeye gücünün yetmeyeceğini söyledi. Çıraklarına hemen dönerek, Mevlâna semadan çekilinceye dek altın varakları çekiçten lime lime olsa da hiç durmadan çekiç vurmalarını söyledi. Öğleden ikindiye dek Mevlâna sema etti ve çekiçler de susmadı ve bu sırada Mevlâna; “Bana bu kuyumcu dükkânından bir definedir göründü. Ne mutlu suret, ne hoş mana ne güzellik, ne güzellik” gazelini söyledi.
Belki de Şemseddin’in gaybubetine sevinenler, Mevlâna’nın yine vaaz verip, medrese ile meşgul olmasını istiyorlardı. Ama Mevlâna bu kez de Selâhaddin ile devamlı birlikte oluyor, dahası onların da Selâhaddin’e tabi olmalarını istiyordu. Fitne kazanı yine kaynamaya başladı, birbirlerine; “Birinden kurtulduk derken birine daha çattık. Gene avlandık biz, bu gelen öbüründen de beter. O, nurdu; buysa kıvılcım. Onun hem anlatışı iyiydi, hem fazileti, bilgisi, yazısı vardı. Keşke şeyhimize o hem dem olsaydı. Hiç olmazsa o Tebrizli idi, nazikti; bunun gibi Konyalı ve sert değildi. Bunu küçüklüğünden beri tanırız, ne yazısı var ne bilgisi. Ne münasebetle bizden üstün oluyor. Tamamen ümmî, yanında kötü de iyi de aynı. Boyuna dükkânında kuyumculuk eder durur. Bütün komşuları da ondan rahatsız olurlardı. Fatiha’yı dahi doğru dürüst okuyamaz. Mevlâna gibi ulu bir zât bunda ne buldu…” diyorlardı.
İş bu kez Selâhaddin’e karşı çığırından o kadar çok çıktı ki, Sultan Veled, Şemseddin’e öldürmek kastıyla kurulan tuzaktan söz etmezken; Selâhaddin’e açık açık kastedilip öldürülmesi için bir tuzak kurulduğunu, hatta ant içildiğini söyler. Selâhaddin’e karşı garezin kimi zaman arkasından, kimi zamanda yüzüne karşı açıktan dillendirildiği, hatta sövüldüğü oluyordu. “Hepsi de şu karara varmıştı; değil mi ki diyorlardı, murat atından eğer düştü. Başımızla oynayalım, onu diri koymayalım; çünkü onun yüzünden canımız yaralı, gönlümüz hasta. Hepsi de adeta bir yerde toplanmıştı; bundan başka verilecek bir kararımız yok demişlerdi. Onu ortadan kaldıralım; o padişahın aşkına yeni baştan girişelim. Hepsi de bu hususta ant içti; kim bu anttan dönerse dediler, dinsiz olsun. Bir mürit, onları bu kararlarını duydu; gizlice bildirdi. O solukta hemen Mevlâna’nın yanına vardı; bu işleri ona anlattı. Hepsi de Selâhaddin’e kastettiler, filan yerde onu öldürmek istiyorlar. Kinle onu öldürdükten sonra da toprağa gömüp gizleyecekler dedi. Bu haber, Selâhaddin’e, o her yol bilenin gözünün ışığı, mumu olana erişince, Bir hoşça güldü de dedi ki, ‘O körler, yol yitirdiklerinden imansız oldular. Şu kadarcık bile Hakk’tan haberleri yok ki onun emri olmadıkça bir çöp bile kımıldamaz.’ ”
Ne Mevlâna, ne de Selahaddin tüm bu olanlara hiç aldırış etmiyor; aleyhte olanlara yüz vermediği gibi hiç birini de sohbetlerine almıyorlardı. Onlar, kendi âlemlerinde; kötü söz söyleyenlerle de, o sözlerle de hiç ilgilenmiyorlardı. Fitneciler ne yapacaklarını şaşırdılar çaresiz Mevlâna ve Selâhaddin’e gelerek pişman olduklarını söylediler, ağlayıp yakardılar, tövbe ettiler ve bağışlandılar. Sema meclisleri kuruluyor, Mevlâna, Selâhaddin ve diğerleri aşk ve neşe içindeydiler. Hazret-i Mevlâna, Tebrizli Şemseddin’den sonra hem hâl olup, coşup, aşk ve cezbeyle şiirler söylediği, Selâhaddin Zerkubî ile olan dostluğunu, akrabalığa dönüştürmek istiyordu. Sultan Veled’e kızı Fatıma Hatun’u istedi ve düğün yapıldı. Mevlâna düğün günü sema ediyor ve şu gazeli okuyordu; “Düğünümüz dünyaya kutlu olsun. Allah, düğünü-bayramı tam boyumuza göre kesip biçmiş. Zühre aya eş oldu, dudu kuşu şekere kavuştu. Güzel yüzlü padişahımızdan bize her gece bir başka düğün var. Mevlâmızın devleti sayesinde kalpler ferahladı, insanlar çift oldu, elemler yüreklerden çıkıp gitti. Haydi, durma; bu gece bambaşka bir geline gitmedesin, bu gece güzellere damad olmadasın a şehrimizi bezeyen güzel. Köyümüze de ne hoş gitmedesin, bize ne de hoş salına salına gelmedesin, deremize ne de hoş çağlaya çağlaya akmadasın a ırmağımız, a bizi arayan dileyen dost…”
On yıl boyunca Mevlâna ile Selâhaddin müritlerinin içerisinde onlara mana âleminden feyizler sunarak yaşadılar. Bütün dostları onların çevresinde saf oldular, herkes ikisinden de faydalanmadaydılar. Derken ansızın Selâhaddin hastalandı ve hastalığı uzadı; vücudu gittikçe zayıflıyor, gün geçtikçe de zayıflığı artıyordu. Mevlâna, Selâhaddin’in rahatsızlığı döneminde devamlı yanında idi. Hatta bir gün Selâhaddin, naz ve niyazla, “Allah’ın Peygamberi Muhammed Mustafa hazretleri mezar arkadaşım olmadıkça bu âlemden göçüp gitmem,” deyince Mevlâna, “Ben Peygamber’i razı eder ve senin şefaatçin olurum. Sen, kendini muradına ermiş bil ve gamyeme, ”dedi. Ondan sonra şeyh Selahaddin, “Bana müsaade et de büyük bir sevinçle bu dünyadan göçeyim,” dedi. Mevlâna bundan sonra Selâhaddin’in üç gün boyunca ziyaretine gitmedi ve ona birkaç kelimeden oluşan bir mektup gönderdi; “Gönül sahibi ve gönül sahiplerinin sahibi, dünya ve ahiretin Kutbu olan Selahaddin’i, bu kadar zamandan beri mübarek tırnaklarında bulunan bir maddeden şikâyet eden Selahaddin’i bu mektupla anarım. Yüce Allah ona afiyet versin, çünkü bütün müminlerin afiyeti onun şifa bulmasındadır.”
Selâhaddin, Mevlâna’nın bu gelmeyişini ölümünün yaklaştığına yorarak vasiyetini söyledi; “Benim cenazeme davul, dümbelek ve def çalandan çağırın. Güle-oynaya, hoş, neşeli, sarhoş bir halde, el çırpa çırpa götürün beni mezarıma. Herkes de bilsin ki Hakk erenleri, buluşmaya, kavuşmaya, sevinerek, güle güle giderler. Onların ölümleri zevktir, safadır, düğündür; yerleri, hurilerle beraber Adn cennetidir. Böylesine ölüm sema; safa ve zevkle hoş bir hâle gelir; çünkü giden kişinin yoldaşı, güzelim sevgilidir. Dünya düğünleri, gönlün geçici eğlencesidir; o cana, o gönle karşı bu eğlenceler, balçığa benzer.”
Selâhaddin Zerkubî Konevî 1258 yılı Aralık ayının yirmi dokuzuncu Pazar günü (1 Muharrem 657) vefat etti. İstediği üzere vasiyeti yerine getirildi. Cenazesinin önünde kudümler, defler, güzel sesle besteler okuyanlar fevç-fevç gitmedeydi. Mevlâna’nın babası Sultanü’l-Ulema’nın sol yanına Selâhaddin’i defnettiler. Denilmiştir ki, İslam âlemi ve Konya, o ana kadar böyle büyük bir cenaze görmedi. Mevlâna başı açık bir şekilde sema ediyor, mersiyeler okuyordu…
“Ey Selahaddin! Senin ayrılığından gök ağladı,
Gönül kan içine gömüldü. Akıl ve can ağladı.
Yeryüzünde senin yerine oturacak kimse olmadığından ötürü,
Senin mateminle mekân ve lâ mekân ağladı.
Cebrail ve kutsal âleme mensup olanların kolları ve kanatları maviye büründü.
Peygamberler ve velilerin gözleri ağladı.
Ey süratli giden Hüma kuşu olan sultan Selahaddin!
Sen gittin, başkalarına da ağlayabilen bir kimse lazımdır.”
Çelebi Hüsameddin
Selahaddin Zerkubî’nin vefatından sonra Mevlâna, Çelebi Hüsameddin’i kendine hem dem ve halife olarak seçti. Onun tam adı ve nesebi, Çelebi Hüsameddin Hasan bin Muhammed bin el Hasan ibn Ahi Türk’tür. Mevlâna Mesnevî’sinin mukaddimesinde ondan; “Ahi Türkoğlu diye tanınan, Hasan’ın oğlu, Muhammed’in oğlu, Din ve Hakk Hüsam’ı Şeyh Hasan. Vaktin Bâyezîd’idir, zamanın Cüneyd’i… Sıddıyk oğlu Sıddıyk oğlu Sıddıyk’tır… Ataları cihetinden Urumiyalıdır; hani ‘Kürt olarak uyudum, Arap olarak kalktım’ sözünü söyleyen, kerem sahibi şeyhe soyu dayanır…” diye bahseder. Mevlâna, Hüsameddin’in soyunun, İran’ın kuzeybatısında, Urmiye Gölünün batısında, Batı Azerbaycan’da yer alan; Urmiye’den geldiğini belirti. Mevlâna, Hüsameddin’den bahsederken, kuzguna benzeyen bir gecede geldiğini söyler; “Ay bulutla örtülürse yıldızdan başka ne aydınlatabilir ortalığı? Orada ayın yol gösterdiği gibi denizde de yıldız kılavuzluk etmez mi? Birisi, Mevlâna’ya; bu üç naipten hangisi daha üstün diye sordu. Mevlâna, a yol arkadaşı dedi ona. Şems güneş gibiydi. Selâhaddin’se ay. Padişah Hüsameddin yıldıza benzer; çünkü o meleklerle aynı derecededir.”
Fitneciler önce Şemseddin’e yaptıklarından nedamet duydular, çünkü ilkinde kuvvetli bir yara aldılar. İkincisinde yani Selâhaddin’de az bir fitne çıkarmaya kalkıştılarsa da nihayet üçüncüsünde yani Çelebi Hüsameddin’de edepli bir hale gelerek, Hakk erine haset etmeden tabi oldular. Çelebi Hüsameddin, Mevlâna’nın on yıl boyunca naibi ve halifesi oldu. Çelebi Hüsameddin henüz yeni buluğa ermişti ki, babasını kaybetti. Hüsameddin’in dede ve babası Konya’nın Fütüvvet ehli olan büyüklerindendi. Anadolu’nun tüm Âhileri, üstatları olarak saydığı dede ve basından sonra Çelebi Hüsameddin’i başlarına geçirmek istediler. Fakat Hüsameddin tüm lala ve delikanlıları toplayıp doğruca Mevlâna’nın hizmetine girerek; her birinin kendi kazançlarıyla meşgul olmaları, kendi payına düşeni de getirmelerini söyledi. Hüsameddin neyi var neyi yoksa hepsini Mevlâna’ya bağışladı, hatta lalaları artık hiçbir şeyin kalmadığını söyleyince evde de ne varsa satmalarını söyledi. Bir zaman sonra lalaları “artık bizden başka bir şey kalmadı” deyince; “hamdolsun Peygamber’in sünnetine uymamız müyesser oldu. Sizi de Allah rızasını aramak için Mevlâna’nın aşkı ile azat ediyorum” deyip hepsinin kendi işleriyle meşgul olmalarını söyledi.
Hüsameddin’in en önemli vasıflarından biri çok cömert olmasıdır. Bir gün Şemseddin, Hüsameddin’e “Din vermekle olur, sözü gereğince” bir şeyler vermesi gerektiğini söyledi. Hüsameddin hemen evine giderek, kap-kacak, para-pul, kadınların ziynetleri dâhil ne varsa; alıp Şemseddin’e getirdi. Hatta Filiras Köyündeki bağını da satıp Şems’e verdi. Şemseddin onu taltif ederek, kendisinde Hazret-i Ebubekir’in hasletinden Sıddıyklık olduğunu söyledi. Mevlâna, eline ne geçerse hepsini Hüsameddin’e verir, o da herkesin istihkakını dağıtırdı. Bir gün Vezir Tâceddin Mutez, ihvana bir sofra düzenlenmesi için Aksaray’dan bir mektupla yedi bin dirhem para gönderdi. Mektubunda Mevlâna’nın bu parayı reddetmemesi içinde, paranın cizye malından geldiği için helal olduğunu yazdı. Mevlâna bu paranın hepsini Hüsameddin’e verdi. Oğlu Sultan Veled sitemle, “Bizim evde hiçbir şey yok, başkasına verecek bir halde değiliz. Hüdavendigar, nereden bir şey gelse Hüsameddin’e gönderiyor. O halde biz ne yapalım?” deyince Mevlâna, “Ey Bahaeddin! Allah’a tekrar tekrar yemin ederim ki yüz binlerce olgun zahit ve muttaki ölecek derecede aç olsalar ve benim de bir dilim ekmeğim bulunsa, ben onu hali vakti yerinde olduğu halde yine Hüsameddin’e gönderirim…” der. Görüldüğü gibi Mevlâna, Hüsameddin’e bir başka ehemmiyet verir, onu hiçbir kimse ile bir tutmaz; bir mecliste Hüsameddin bulunmazsa Mevlâna neşelenmezdi.
Muineddin Pervâne’nin tertip ettiği bir mecliste Mevlâna hiçbir şey söylemeden oturuyordu. Pervâne, Çelebi Hüsameddin’in toplantıya davet edilmediğini görünce, Mevlâna’dan izin isteyerek bağında olan Hüsameddin’i getirdiler. Mevlâna, Hüsameddin’i görünce, “Merhaba benim canım, imanım, Cüneyd’im, nurum, efendim, Allah’ın sevgilisi, peygamberlerin maşuku…” diyerek keyiflendi ve meclise neşe doğdu. Mevlâna, Hüsameddin’e “Hakk ışığı”, “güneş”, “halk ışığı”, “Şah”, “cömert”, “gönüllerin hayatı”, “güneş kılıcı”… gibi sözlerle iltifat eder, Mesnevî’ye de “Hüsami-name” der. Onun daha çok ünü, Mevlâna’nın başat eseri Mesnevî’nin yazılması için Mevlâna’yı ikna etmesi ve Mesnevî’nin kaleme alınmasındaki gayretidir.
Mesnevî’nin Yazılışı
Hazret-i Mevlâna Şemseddin öncesinde büyük bir fıkıh otoritesi, yine büyük bir zahitti. Şemseddin’den sonra aşk, cezbe, istiğrakla bir anlamda Şems’i de kendine pervane yapan, şiirler söyleyip, sema eden, âşık, mâşuk ve bizatihi aşkın kendisi oldu. Selâhaddin’in temkin hâli sonrası Mevlâna’da zahitlik, yerini ârifliğe bırakır. Çelebi Hüsameddin’e ise bulutlar ardındaki güneşin ziyasıyla, âlemi aydınlatacak bir inkılap düştü. Çelebi Hüsameddin işte bu misyonu yerine getiren kişi oldu. Çelebi Hüsameddin bir gece Mevlâna’ya dostlarının ve ihvanının, Hakim Senâi’nin “İlahiname”sini, Ferideddin Attar’ın “Mantıku’t-tayr” ve “Musibetname”sini okuduklarını; buna gönlünün razı olmadığını, “Dîvan”ın da epeyce hacimli olduğunu, artık bu kitapların vezni şeklinde yeni bir kitabın tüm insanlar nezdinde hatıra kalacağını söyledi. Mevlâna buna zaten önceden karar vermişti. Sarığının arasından bir kâğıt çıkarttı, onda Mesnevî’nin ilk 18 beyti yazılıydı. Hüsameddim’e Mevlâna, sen yazarsan ben söylerim deyince, o da canla başla buna razı olacağını söyledi. Mesnevî’nin yazılmaya başlandığı tarih kesin olmamakla birlikte, Mesnevî’nin birinci cildindeki bir hikâyeden çıkartılabilecek sonuç bize kısmen tarihi söylemekte. Hazret-i Mevlâna sema ederken, otururken, yürürken… Söylüyor, Çelebi Hüsameddin de yazıyordu. Bazen bu yazma işi akşamdan gün ağarıncaya kadar devam eder, sonrasında Çelebi Hüsameddin yazdıklarını yüksek sesle Mevlâna’ya okurdu.
Birinci cilt tamamlanınca Çelebi Hüsameddin beyitleri yeniden gözden geçirerek lafızlarını ve notlarını düzeltip tekrar Mevlâna’ya okudu; fakat bu sırada birdenbire Hüsameddin’in eşi vefat etti. Hüsameddin eşinin vefatından dolayı gönlü başka bir yere kaydı. Mevlâna da kendi âlemine daldı ve Hüsameddin’e hiçbir şey söylemedi. Bu meselenin üzerinden iki yıl geçti ki, Hüsameddin de bu arada yeniden evlendi. Mevlâna Mesnevî’nin ikinci cildinde bundan şöyle bahseder; “Bu Mesnevî bir müddet gecikti. Kanın süt olması için bir zaman lâzımdır. Bahtın yeni bir çocuk doğurmadıkça kan, tatlı süt haline gelmez. Bunu güzelce duy. Hakk Ziyası Hüsameddin, göğün yücesinden tekrar dizgin çevirince yine Mesnevî’ye başlandı. Hakikatler miracına gitmişti, o yüzden onun baharı olmadığı cihetle koncalar açılmamıştı. Denizden tekrar kıyıya dönünce Mesnevî şiirinin çengi de düzeldi, çalınmaya başlandı. Ruhların cilâsı olan Mesnevî’ye, yeniden recebin on beşinci günü başlandı. Bu alışverişe başlayış tarihi, (Hicri) 662 tarihiydi. Bir bülbül buradan uçup gitti, dönüp yine geri geldi. Bu manaları anlamak için doğanlaştı.” Mesnevî’nin yazılmaya başladığı tarih ile alakalı herhangi bir bilginin olmadığı gibi, hangi tarihte bitirildiği ile alakalı da herhangi bir malumat kaynaklarda yok.
Fakat Mesnevî’nin altıncı ve son cildinde “Sultan Veled’in Tamamlaması”nda, “Bu Mesnevî, bir müddet babam gibi sustu; Veled ona dedi ki, a soluğu diri. Ne yüzden artık söz söylemiyorsun, niçin Ledün bilgisinin kapısını kapattın… Babam bundan böyle dedi ki, sözüm deve gibi ıhladı, uykuya daldı; artık mahşere dek kimseyle konuşmayacağım. Bu sözün, bu hikâyenin kalan bölümü var ama gönlün kapısı örtüldü; artık dışarıya çıkmıyor söz. Söz söyleme kabiliyeti, deve gibi çöktü, uyudu; artık o söyler söze ağzımı yumdum. Göçme çağı, dereden sıçrayıp çıkma çağı, geldi çattı. Her şey yok olur gider ancak O’nun hakikati kalır…” Beytinden anlıyoruz ki, Mesnevî’nin bitmesi ile Mevlâna’nın vefatı arasında çok fazla bir zaman dilimi yoktur.
Hz. Mevlana’nın Vefatı
Mevlâna’nın artık son günleriydi. Mevlâna’nın zevcesi, “Hüdavendigar hazretlerinin dünyayı hakikat ve manalarla doldurması için üç yüz-dört yüz yıllık bir aziz ömrün olması lazımdı” dedi. Bunun üzerine Mevlâna “Niçin? Niçin? Biz ne Firavun ne Nemrut’uz. Bizim bu toprak âlemi ile ne işimiz var; bize bu toprak âleminde huzur ve karar nasıl olur? Biz, birkaç mahpusun kurtulması için bu dünya zindanında hapsolmuşuz. Yakında Allah’ın sevgili dostu Muhammed Mustafa’nın yanına döneceğiz umulur” dedi.
Mesnevî’de dediği gibi dereden çıkma çağı gelmişti. Hazret-i Mevlâna Muhammed Celâleddin’in dünya ömrünün başlangıcından sonuna kadarki hicreti hakikatte hep kavuşma anının özlemidir. O, ölüm meleğini en büyük devlet olarak bekledi ve düğün gecesi olarak gördüğü ölüme cânın kurtuluşu dedi. Şu “ölüm güzellemesi”ni belki de ölüm meleğinin sesini duyup söyledi;
Gerçeği bilerek ölen âşıklar, sevgilinin huzurunda şeker gibi erirler, tatlı tatlı ölürler
Bir başka şive ile ölürler hâsılı, Elest hitabından sonsuzluk şarabı içenler…
Melekler kıskanırken güzelliklerini, Âdemoğulları gibi ölmezler onlar...
Sen aslanlar da köpekler gibi kapının dışında mı ölürler sanırsın?
Yolculukta ölen âşıkları karşılamaya padişah çıkar, onlar ölmezler, gaip gözlerini açarlar,
Âşık olmayanlarsa kör ve sağır can verir giderler.
O ay yüzlünün ayakucunda solar âşıklar, güneş gibi apaydın olurlar,
Birbirlerinin canına can kesilenler, birbirlerinin aşkı ile ölürler.
Ciğerlerinde aşk suyu… Su gibi ölürler...
Âşıklar gökyüzüne kanat açarlar, münkirlerse cehennemin dibinde geberip giderler.
Geceleri sevgilinin derdi ile korkusu ile uyuyamayanlar, korkusuzca huzur içinde ölürler…
Burada ota tapan öküzlerse eşek gibi çürür giderler.
Sevgilinin bakışına kapılanlar, güle oynaya feda ederler kendilerini o bakışa,
Padişah onları kucağına alır bağrına basar,
O bakışa kul köle olan, hor hakir bir halde ölmez,
Mustafa’yı arayanlar Ömer gibi Ebu Bekir gibi ölürler…
Ölüm yoktur âşıklara… ben bu sözleri öylesine söyledim…
Hazret-i Mevlâna’nın yorgun bedeni, artık son demine gelmişti. Konya’da 7 gün boyunca depremler meydana geldi, birçok ev yıkıldı. Halk depremlerden korkup Mevlâna’ya gelince o da, “Toprak yağlı bir lokma istiyor, bunu vermek lazımdır” dedi. Sonrasında şu vasiyette bulundu;
“Ben size, gizlice ve açıkça Allah’tan korkmayı, az yemeği, az uyumağı, az söylemeyi, günahlardan çekinmeği, oruca, namaza devam etmeyi, daima şehvetten kaçınmayı, halkın eziyetine ve cefasına dayanmayı, ayak takımıyla ve akılsızlarla düşüp kalkmaktan uzak bulunmayı, kerim olan salih kimselerle beraber olmayı vasiyet ederim. Çünkü insanların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır.”
Hazret-i Mevlâna artık dünyadaki misafirliğinden göçüyor, muradına hâsıl oluyordu. Ekmeleddin Tabîb devamlı yanından ayrılmıyor, fakat hastalığa çare bulunamıyordu. Mevlâna şiddetli bir ateş içerisindeydi, yanı başındaki su kabına ellerini sokuyor, yüzünü, gözünü, alnını ıslatıyordu. Bir gün Şeyh Sadreddin Konevi, dervişlerin ileri gelenleriyle birlikte Mevlâna’nın hastalığını sormaya gelmişti. Sadreddin Konevî, “Allah yakın zamanda şifalar versin. Hastalık ahirette derecenin yükselmesine sebeptir. İnşallah yakın zamanda tam bir sıhhat elde edilir. Mevlâna hazretleri, âlemlerin canıdır. O, sıhhatli olmaya layıktır,” diye temennilerde bulundu. Bunun üzerine Mevlâna da; “Bundan sonra Allah, sizlere şifalar versin, âşıkla maşuk arasında bir kıl gömlekten başka bir şey kalmadı; bunu da soyup çıkarmalarını ve nurun nura ulaşmasını istemiyor musunuz?” dedi.
1273 yılı Aralık ayının 16. Cumartesi günü Hazret-i Mevlâna, biraz daha iyiydi. Akşama dek gelenlerle konuştu, fakat her sözü sanki bir vasiyetti. O gece sıddıyk dostu Hüsameddin, biricik oğlu Bahaeddin Veled ve dostları yanındaydı. Sultan Veled gecelerdir uyumamış, harap bir haldeydi. Mevlâna hafif bir sesle Veled’e “Bahaeddin” dedi. “Sen git biraz yat.” Sultan Veled tahammül edemedi, gözyaşlarına hâkim olamayarak odadan çıkarken Mevlâna, hazin bakışlarla arkasından baktı da, “Yürü başını yastığa koy, yat. Bırak beni vazgeç, şu geceleri dolaşıp duran yanmış-yakılmış müpteladan. Biz yapayalnız, geceleri sabahlara kadar sevda dalgaları arasında bocalar dururuz. Dilersen bağışla bizi, dilersen yürü, cefa et bize…” Yanan, yakılan, coşup, kaynayan, heyecanlar yaratan, neşeler halk eden, gönüller alan, sevgililer bağışlayan, insanlığa, varlığa, hakikate, Şemseddin’e, Mustafa’ya, Hakk’a âşık bir insanın, titrek ve ağır sesle söylediği son gazeliydi bu.
1273 Pazar’ı Hazret-i Mevlâna daha da ağırlaşmıştı. Tüm Konya’da derin bir sessizlik vardı. Herkes sessiz hıçkırıklar içerisinde birbirine bakıyor, bu derin sessizlik bu kez feryada dönüşen hıçkırıkla Konya semalarında duyuluyordu. Mevlâna Hüdavendigar bundan tam 44 yıl önce geldiği Konya’ya nurlu gözlerini yumuyor, Şemseddin’ine kavuşuyordu (5 Cumadelâhir 672/17 Aralık 1273).
Cenaze Merasimi
Hazret-i Mevlâna Hüdavendigar’ın dostları ve sevenleri ona son görevlerini yerine getirdiler. Mevlâna’nın cenazesini yıkayıp kefenleyip, evden dışarıya ferecesine sarılan tabutunu çıkardılar. Sanki dışarıda bir kıyamettir kopmuştu. Kadın-erkek, genç-yaşlı, çoluk-çocuk herkes feryat içinde cenazeyi taşımak için hücum ediyordu ki görevliler halkı yatıştırmakta zorlandılar. Şehirliler, köylüler; baş açık, yalın ayak tabutu kucaklamak için çaba sarf ediyorlar, herkes tabutun önünde ağlaya ağlaya bir o yana bir bu yana gidiyorlardı. Konya caddeleri, insan selinden geçilemiyor, bir kerecik olsun Hüdavendigar’ın tabutuna dokunabilmek için insanlar gözyaşları içerisinde kimisi ara sokaklardan cenazenin geçtiği caddeye çıkmaya gayret ediyorlardı. Arifler, âlimler, imamlar, fütüvvet ehli, dervişler, ahiler, kalenderiler, devlet ricali, her ırktan insanlar, Hristiyanlar, papazlar, Yahudiler, hahamlar… hasılı tüm insanlık Hazret-i Mevlâna’yı başı üstünde taşıyorlardı. Sema edenler, bayılanlar, Kur’an okuyanlar, hay-u huy çeken Kalenderiler vardı, tabut bir türlü yürüyemiyordu. Hristiyanlar İncil’den, Yahudiler Zebur’dan okuyorlar; Müslümanlar da bunları sopalarla uzaklaştırmak istiyorlardı.
Selçuklu Sultanı ve vezir Muineddin Pervane onların ileri gelen din adamlarıyla görüşüp, “Bu din Padişahı Mevlâna bizim başbuğumuz, imamımız ve rehberimizdir. Bu olayın sizinle ne ilgisi var?” deyince, onlarda şöyle cevap verdiler; “bizler İsa, Musa ve kendi kitaplarda okuduğumuz tüm peygamberlerin hakikatlerini onda gördük. Siz Müslümanlar Mevlâna’yı nasıl, devrin Ahmed’i olarak görüyorsanız, biz de onu zamanın İsa’sı, Musa’sı olarak görüyoruz.” Bu sırada bir Rum Keşişi gözyaşları içerisinde hıçkırıklarla feryat etti, “Mevlâna ekmeğe benzer, hiç ekmekten kaçan aç gördünüz mü?” Bunun üzerine Sultan, Muineddin, âlimler, halk… Sustular, bir şey söylemediler. Konya’da tam anlamıyla bir kıyamet koptu ki, tüm camilerden güzel sesli müezzinler, halkı, kıyamet yerine, bu kıyametin koptuğunu sala vererek bildiriyorlardı.
Mevlâna’nın tabutu bir yerden gidiyor veya gitmeye çalışıyor, diğer taraftan da Konya semalarında güzel sesli hafızların okuduğu Kur’an tilaveti yankılanıyordu;
“Gözünüzü açın! Allah’ın velîleri için hiçbir korku yoktur. Tasaya da düşmezler onlar.”
Güneş’in doğuşuyla beraber medreseden çıkan Mevlâna’nın cenazesi, yolda defalarca kez parçalandı ve değişti. Cenaze konvoyunun önünü dönemin âdetleri gereğince 7 tane öküz çekiyordu ve bunlar kabir başında kurban edilecekti. Bunlardan birini kurban edilmesi için Ebubekir Niksarî’nin tekkesine gönderdiler, diğerlerini de kesip fakir-fukaraya dağıttılar.
Cenaze Namazı
Sabah yola çıkan tabut nihayet akşamın karanlığında Mevlâna’nın babasının defnedildiği yere ulaştı. Hazret-i Mevlâna’nın Çelebi Hüsameddin’e vasiyeti üzerine Sadreddin Konevî cenaze namazını kıldırmak üzere muarrif tarafından, “şeyhlerin padişahı buyurunuz,” şeklindeki hitapla davet edildi. Bunun üzerine Şeyh Sadreddin, “Dünyadaki şeyhlerin padişahı ancak Mevlâna’dır” dedi ve cenaze namazı kıldırıldı. Kadı Siraceddin Urmevî Mevlâna’nın cenazesi defnedilirken şu beyitleri okuyordu; “Ecel dikeni senin mübarek ayağına battığı gün ne olurdu, feleğin eli benim başıma helak kılıcını vursaydı da böyle bir günde gözüm cihanı sensiz görmeseydi.”
Mevlâna’nın cenazesi, babası Sultanü’l-Ulema’nın ve Selâhaddin Zerkubî’nin ön tarafında açılan mezara indiriliyorken gün iyice batmak üzereydi. Konya, dünyalara sığmayacak kadar büyük olan o arifler sultanını ebediyete uğurlarken, Mevlâna vefatından sonra âleme dinmeyecek bir nida bıraktı; “Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde arama. Âriflerin gönülleridir mezarımız bizim.”
Yeşil Kubbe
Hazret-i Mevlâna’nın vefatından bir müddet sonra mezarı üzerine bir türbe yaptırılması gündeme geldi. Hazret-i Mevlâna bizzat Mesnevî’sinde, mezar üzerine türbe yapmanın mana erlerince makbul olmadığını söylemesine karşın, sevenleri ona “Kubbe-i Hadra(Yeşil Kubbe)” ismiyle anılacak olan muhteşem bir türbe yaptılar.
Bir gün Alameddin Kayser, Mevlâna’nın mezarı üzerine bir türbe yaptırmak için Sultan Veled’e geldi. Sultan Veled’e otuz bin dirhemi olduğunu söyleyince, o da gerisinin tedarikini nereden bulacağını sordu. Kayser de gerisini Mevlâna’nın gayb âleminden vereceğini söyledi. Alameddin Kayser bir gece sarayın damına çıkarak yanık bir sesle Mevlâna’nın gazellerini okudu ve tüm Konya’yı coşturdu. Sabahında Muineddin Pervane’nin karısı Gürcü Hatun, Kayser’i, çağırarak memnuniyet bildirdi ve seksen bin dirhem verdiler. Ayrıca Kayseri’nin gelirinden de elli bin dirhem tahsisatta bulundular. Astronomi, aritmetik, simya ve kimya ilimleriyle de meşgul olan Tebrizli Bedreddin’in mimarlığında türbe yapıldı. Selimoğlu Abdülvahit isimli bir mimar, Selçuk oymacılığının şaheserlerinden olan bir ceviz sanduka yaptı, üstüne de Mevlâna’nın Divân’ındaki şu gazel oyuldu;
“Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye başladı mı bende bu dünyanın gamı var, dünyadan ayrıldığıma tasalanıyorum sanma, bu çeşit bir şüpheye düşme.
Benim için ağlama, yazık-yazık deme; şeytanın ayranına düşer, düzenine kapılırsan yazık olur, yazık-yazık demenin sırası gelir.
Cenazemi görünce ah ayrılık-ayrılık demeye kalkışma; kavuşup buluşmam, o zamandır benim.
Beni kabre indirip bırakınca elveda-elveda deme; çünkü kabir, can topluluğunun bir perdesidir.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret; Güneşe. Aya, batmadan ne ziyan geliyor ki?
Sana batmak görünür amma doğmaktır o; mezar hapis gibi görünür amma canın kurtuluşudur o.
Hangi tohum, yere ekildi de bitmedi; ne diye insan tohumunda da böyle bir şüpheye düşmüyorsun yâni?
Hangi kova kuyuya salındı da dolu-dolu çıkmadı; can Yusuf u, ne diye kuyudan feryat etsin? Bu yanda ağzını yumdun mu aç o yanda; artık senin hay-huyun, mekânsızlık âleminin havalarındadır.”