Araştırmacı Tarihçi Övgü Şendikici'nin kaleminden;
Sümerler, tarihin ilk medeniyetini kurarak dil, yazı, matematik ve mimari gibi alanlarda insanlığa büyük katkılar sağlamışlardır. Bu yazıda Sümerlerin tarihi, toplumsal yapısı ve modern dünyaya miras bıraktıkları buluşları detaylarıyla ele alınıyor.
Başlangıçtan Sümerlere
Bugün dünyamız savaşlar ve diplomatik antlaşmalarla belirlenen sınırlar ile ayrılmış durumda. Her devlet bir bayrağa, dile ve vatandaşları birbirine bağlayan kültüre sahip. Fakat ortada sınırlar, şehirler, eskinin surları bugünün tel örgüleri, seçkin sınıf- köylü sınıf ayrımından doğan sosyal sınıflaşma gibi uygarlığın belirleyici unsurları namına bir şey olmadığı zamanlarda ilk adımı kim attı? İşte bu yüzden tarihteki ilk uygarlık modelinin nasıl oluştuğuna dair soruların cevabını bulabilmek için yönümüzü Mezopotamya’ya çevirmek gerekmektedir. Yine de asırlardır her seferinde yıkılıp yeniden kurulan bu kompleks yapıların oluşumunun ilk adımı atılmadan önce, dünyada ne gibi gelişmelerin yaşandığını değerlendirmek, daha doğru olacaktır. Çünkü bir uygarlığın nasıl oluştuğunu anlamak istiyorsak ilk etapta nelerin ardından geldiğini irdelemeliyiz.
Bugün dünya adlı gezegenin milyarlarca yıl önce oluştuğu kabul edilen bir yargıdır. İnsanların tek bir paydada bulaşamadığı nokta, nasıl oluştuğu daha doğrusu kimin tarafından oluşturulduğudur. Dini kitaplar Allah tarafından dünyanın altı günde yaratıldığını anlatır. Evrim ise 13,5 milyar yıl önce Bing Bang’in madde, uzay, zaman ve enerjiyi ortaya çıkardığını, 300 bin yıl sonra madde ve enerjinin atom adı verilen karmaşık yapıları oluşturduğunu, atomların zamanla birleşerek molekülleri ortaya çıkardığını, 3,8 milyar yıl önce ise bugün dünya adını verdiğimiz gezegenimizde bazı moleküllerin organizma adı verilen karmaşık yapıları oluşturduğunu anlatılır.
Dini kitaplara göre, Adem ve Havva soyundan geliyoruz. Evrim teorisine göre ise, yaklaşık 2 buçuk milyon yıl önce insan olarak adlandırabileceğimiz ilk örnek, Doğu Afrika’da bir maymundan evrimleşti. Bunu anlatmaktaki amaç, evrim-din zıtlaşmasına girmek değildir. Daha ziyade dünyayı kökünden etkileyecek, avcı-toplayıcıyken bile dünyanın ekolojik dengesini değiştirebilecek kapasitede olan türümüzün her ihtimaldeki başlangıcına değinmektir. Bu tür ki, her şekilde kendi yolunu bulmuş, belli bir zaman içinde dünyayı yönetir hale gelerek düzinelerce devlet kurup ayrı ayrı kendi kültürünü oluşturmuştur. Tabii ki bu noktaya bir anda ulaşamadık. Doğa çoğu zaman bereketiyle insanoğluna kucak açar yalnız bazı durumlarda vahşidir ve ilkel insanların hayatına mal olur. Avcı-toplayıcı olarak nitelendirdiğimiz insanların yaşadığı dönemde de aynen böyleydi.
Başlangıçta insanlar besin ihtiyaçlarını avlanarak, balık tutarak, coğrafi koşulların uygun olduğu bölgelerde doğal olarak yetişen meyveleri, kökleri ve çeşitli bitkileri toplayarak edinmekteydiler. Mağara, kaya altı sığınakları ve ağaç kavuklarında yaşayıp çakmak taşından bıçak ve sivri sopa gibi yaptıkları birkaç aletle çoğunlukla küçük hayvanları avlıyorlar, büyük hayvanları nadiren avlasalar dahi çoğunlukla onlara yaklaşmaya cesaret edemiyorlardı. Gruplar halinde bir yerde uzun süre kalmadan yaşayan bu topluluklar, her yeni güne doğanın getireceği yeni koşullara karşı hayatta kalabilmek umuduyla başlıyorlardı.
Peki, sert çevre koşullarının yanında, doğadaki hayvanların çoğundan büyüklük, kas gücü, hız gibi özellikler bakımından daha zayıf olan insanoğlu, bugüne kadar varlığını nasıl devam ettirmeyi başardı?
Yapılan çalışmalar sonucunda, soyu tükenen hayvanların fosilleşmiş kalıntıları bulunarak hangi türe ait oldukları tespit edilebiliyor. Bu hayvanların çoğu paleolitik dönem insanının potansiyel katiliydi. Fakat insanlar, bir şekilde onları yenmiş ve hatta iklimsel değişimlerin de yardımıyla soylarının tükenmesine sebep olmuştur. Buna göre, eğer beden gücü mutlak zaferi mümkün kılmıyorsa insanlar ancak üstünlüğü, akıl ve muhakeme becerilerini kullanarak sağlayabilecekler ve diğer hayvanları kendilerinden bu şekilde ayırabileceklerdi.
Bu bilginin ışığında, günümüzden 300 bin yıl önce, insanoğlu için dönüm noktası sayılabilecek bir olayın yaşandığını söyleyebiliriz: Ateşi kullanmayı öğrenmek. Doğanın kontrolünü ele almak adına atılan bu adım sayesinde insan, tehlikeli hayvanlarla dolu bir alanı yangın yerine çevirerek potansiyel katillerinden kurtulmayı başardı. Ve ateş sönünce hayvan kalıntılarını yedi. Yiyecekleri pişirmeyi öğrenerek sindirim sistemini rahatlattı; mikrop ve bakterili yiyeceklerden kurtulmuş oldu. Ani iklim değişikliklerine karşı kendini korumayı öğrendi. İnsan artık soğuktan ölmüyordu.
Diğer bir dönüm noktası ise araştırmacılar tarafından Bilişsel Devrim olarak adlandırılan, insanoğlunun organize bir şekilde konuşabilmeyi öğrendiği, günümüzden 70 bin ila 30 bin yıl önceye tekabül eden dönemdir. İnsan zamanla kurduğu geniş dil ağıyla, büyük gruplar halinde bir araya gelip önünde her ne kadar büyük ve güçlü bir düşman olsa dahi dil sayesinde bir anda organize olmayı başararak bu tehdidi alt edebilecek hale geldi.
Dil öyle büyük bir güçtür ki, insanları bir araya toplar, onlara paylaşabilecekleri konular vererek birbirine yakınlaştırır, ortak değerler kazanmalarını sağlar. Dil sayesinde insanlar, aynı inanca sahip olabilir, daha sonra ortak tanrıları sayesinde aynı yerde yaşamak isteyebilir, komşu sayısı artarak şehirler oluşabilir, şehirleri çoğaltarak devletler kurulabilir, devletler büyüyerek imparatorluklara evirilebilir. Ama şimdilik bu dönemlerde dil, birlikte dünyayı dolaşmaları adına teşvik edecek bir unsur olması bakımından yeterliydi.
Bilişsel Devrim adı verilen süreçte insanlar birçok yeniliğe daha imza attılar. İlk defa açık denizi geçerek Avusturalya’ya ayak bastılar (45 bin yıl önce). Bu dönem boyunca bot, yağ lambası, iğne, ok ve yay gibi malzemeleri icat ettiler. İğne, Sibirya’dan Amerika kıtasına doğru yaptıkları yolculukta termal kıyafetler, deri ve kürkten botlar yapabilmeleri açısından çok önemli rol oynayacaktı (Yaklaşık İÖ 14.000’de deniz seviyesi o kadar düşüktür ki insanoğlu Sibirya’dan yürüyerek Alaska’ya varabilmiştir. Doğu’ya doğru yapılan sürekli yürüyüş, Dünyanın yuvarlak olduğunu çözdükleri sonucunu tabii ki çıkarmaz. Büyük ihtimalle Amerika kıtasını Sibirya’nın bir devamı olarak düşünmüşlerdir).1
Yaşanan buzul çağının ardından, günümüzden 14 bin yıl önce meydana gelen küresel ısınmayla birlikte buzullar yavaş yavaş eriyip iklimler normalleşerek günümüze yakın koşullar oluşmaya başladığı döneme doğru geldiğimizde, bir anlamda avcı-toplayıcı toplumların çoğunun son demlerine yaklaşmış oluyoruz. Bu dönemde doğadaki bitki türleri fazlalaşmış ve bu sayede besin alabilen hayvanların sayıları artmıştır. Bu gelişmelerin olduğu döneme, Mezolitik Çağ denir. Daha çok geçiş dönemi olarak görülmektedir. Artık insanlar tarıma alınabilecek bitkilerin ve evcilleştirilmeye uygun hayvanların olduğu bölgelerde belli bir süreliğine de olsa yaşamaya başlamışlardır.
İnsanoğlunun yaşadığı en önemli dönüm noktalarından biri, avcılık ve toplayıcılık evresinden üreticilik evresine geçiştir. Buna Tarım Devrimi veya Neolitik Devrim adı verilmektedir (İÖ 9500-8500). Bu devrim, insanlığın ekonomik değişimine zemin hazırlamıştır. Böylece insanoğlu artık doğanın getirdiklerini yöneterek tarım yapabilecek, besinlerini kendisi üretip elindeki malzemelerden yeni bir ürün elde edebilecek hale gelmiştir. Tarım Devrimi, Akdeniz’in Doğu ucundan başlayarak Kuzey Irak, Suriye, Fırat ve Dicle vadilerini kapsayacak şekilde Basra Körfezi’ne doğru uzanan "Bereketli Hilal" adı verilmiş bölgede meydana gelmiştir. Bu bölgede yaşayan insanlar, daha önceden beslendikleri tohumları alıp toprağa ekerek üretmeye, buğday, bezelye, mercimek gibi bitkilerle, koyun ve keçi gibi hayvanları evcilleştirmeye başlamışlardır. Evcilleştirmeye yönelik çalışmalar, İÖ 3500’lere gelindiğinde tamamıyla sona ermiştir.2
Sümer Çivi Yazısı
Zamanının çoğunu tarlalarda sabahtan akşama kadar toprakla uğraşarak geçiren avcı- toplayıcılar, bir süre sonra bu alanlardan ayrılamaz hale gelmişlerdir. Günümüz kültüründen bir örnek vererek bu köklü değişimin önemini vurgulayabiliriz: Avcı toplayıcılık, orta halli bir aileye mensup bir bireyin bekarlık dönemlerine benzer; onu bağlayacak, sorumluluk duygusu gütmesine sebep olacak bir karısı/kocası ve çocukları yoktur. Fakat tarım başladıktan sonra insan eşi ve çocuğuna duyduğu sorumluluk duygusunun aynısını toprağına karşı hissetmeye başlamış, bekarlık döneminde sahip olduğu özgür ruhtan vazgeçerek ektiği tohumlar büyürken bırakıp gitmek istememiştir. Öyle ki, dışardan bir düşman geldiğinde eskiden olsa kaçıp izini kaybettiren insan, şimdi toprağını bıraktığı takdirde ailesiyle beraber öleceğini bildiği için savaşıp elindekileri korumayı tercih eder. Bu uğurda birçok neolitik insan, hayatını kaybetmiştir. Belki de bu yüzden kolektif bir devlet yapısı, iş bölümü, yönetici kesim, güvenlik birimi, savunma duvarları gibi bir uygarlığın numunesi sayılan birçok unsuru ortaya çıkardılar. Buradan tarım devriminin yepyeni ihtiyaçlar doğurduğu sonucunu çıkartabiliriz. İnsanları bir arada kalıcı olarak yaşamaya yöneltti.
Avcı-toplayıcıyken gruplar halinde dünyaya yayılan insanlar, belli bir alanda birbirlerine yakın yaşamayı tercih etmeye başladılar. Artık bir yerde yaşamak için en çok dikkat ettikleri şey, toprağın verimli olup olmamasıydı. İşin garibi tükettikleri besinlerin çeşitliliği eski hayatlarına nazaran artmak yerine azalmıştı. Avcı - toplayıcıyken bulduğu ne varsa yiyen insan, kademeli olarak tarıma geçmeye başladıktan sonra buğday gibi belli başlı (eskiden çok az tükettiği) tahıl ürünleriyle beslenmeye başlamıştır. Diğer yandan ilerleyen zamanlarda nüfus hızlı bir şekilde artmaya başlar, çünkü tarım yaparken kullandıkları yöntemler geliştikçe daha fazla ürün elde etmeye başlayan insanlar, yiyeceği bol bularak rahatlıkla ürerler. Ayrıca yiyecek depoladıkları için kıtlık dönemlerini daha kolay geçirebilmektedirler. Tarıma başladıkları ilk zamanlarda kullandıkları araçlar oldukça basittir. İlk etapta ağaç bir sapın ucuna taş bıçaklar takıp çapa yaptıkları böylece toprağı işleyebildikleri biliniyor. Tarımda pratikliğe İ.Ö. 4. bin veya 3. binlerde ilk kez hayvanlar tarafından çekilen sabanın kullanımıyla geçildiği, zaman geçtikçe tarım sistemini ilerlettikleri ve yeni yeni aletler ekledikleri bilgileri kaynaklarda mevcut.3
İlk etapta Neolitik Devrim’in başladığı bölgelerde, uygun çevre koşullarının oluşmasıyla birlikte taş temelli kerpiç veya saz ve çamur duvarlı evlerden oluşan ilk köyler kurulmaya başlanmıştır (7000’lerde bu yapılara sıklıkla rastlanır). Torosların eteklerinde yer alan Çayönü yerleşmesinde günümüzden 10 bin yıl önce, burada yaşayan toplumlara ait yuvarlak evlerin kalıntıları bulunmuştur. Urfa’daki Göbeklitepe’nin (İÖ 9500) yaklaşık 60 km uzağındaki Nevalı-Çöri adlı höyükte, bir tapınak bulunmuştur. Ayrıca buranın çanak çömleksiz döneme ait bir yerleşim yeri olduğu saptanmıştır. Kuzey Mezopotamya’daki (bugünkü Kuzey Irak) Cermo adlı yerleşim yeri, Neolitik Dönemi yerleşim yerleri arasındadır. Burada uzun süreli yaşayan topluluğun dikdörtgen planlı evlerde oturduğuna, kemik kaşıklar kullandığına, büyük ihtimalle evcil hayvanlara sahip olduğuna ve tarım yaptığına dair bilgiler vardır. İ.Ö. 6000’lerde artık buğday ve arpa yetiştiriciliği yapılıyor, keçi, sığır, koyun gibi hayvanlar evcilleştiriliyordu. Bu dönemde yerleşik tarım alanlarının genişliği, İran’ın batısından, Akdeniz’e doğru artmış; tarım Anadolu’da net bir şekilde başlamıştı. İlerleyen dönemlerde Mısır, Hindistan ve Batı Avrupa gibi coğrafyalar da tarım alanlarından olacaktı. Buraya kadar yaşanan bütün dönüm noktalarına rağmen insanoğlu henüz tam anlamıyla bir uygarlığın temellerini kuramamıştı. Tarih, Obeyd Dönemi’nin (5500-4000) ortalarına doğru Güney Mezopotamya’ya inen bir grubun sayesinde, uygarlığın kuruluşuna şahit olacaktı. SÜMERLER.4
Sümerler Kimdir? Tarihteki İlk Medeniyet
Sümer Devleti, Dicle ve Fırat nehirleri arasında kalan bölgede, Mezopotamya’da kurulmuştur. Bugünkü Irak’ın sınırları içinde yer alan Mezopotamya’nın adı, orta anlamına gelen ‘mesos’ ve ırmak anlamına gelen ‘potamos’ kelimelerinin birleşiminden türetilmiştir. Eski çağ yazarları bölgeyi bu şekilde tanımlansa da, bugün Mezopotamya adının kapsadığı sınırlar şu şekilde ifade edilir: Kuzey’de Toros Dağları, Güney’de Basra Körfezi, Doğu’da Zagros Dağları ve Batı’da Suriye Çölü… Sümerler devletlerini Mezopotamya’nın güneyinde kurmayı tercih ettiler. Bunun sebebi, daha önceki paragraflarda anlatıldığı gibi insanların verimli toprakları tercih etme eğiliminden kaynaklanmış olabilir. Aşağıdaki Mezopotamya haritasında da belirtilmiş olduğu gibi Sümerlerin yerleştikleri Basra körfeziyle Babil arasında kalan bölge, Dicle ve Fırat nehirlerinden gelen alüvyonların birikmesi nedeniyle oldukça bereketlidir.
Bu iki nehir burada yaşayan insanların su kaynağıydı. Diğer yandan bu iki nehir, mimaride temel madde olarak kullanılacak kerpicin hammaddesi olan kili, Güney Mezopotamya’ya taşıyordu. Mimaride kerpicin fazlaca tercih edilmesinin sebebi, Güney Mezopotamya’nın maden, kaliteli kereste ve çakmaktaşı, obsidyen gibi sert taşlar bakımından fakir olmasıydı. İhtiyaçlar doğrultusunda Doğu’yla ve Anadolu’yla ticari ilişkiler kurulmaya, neolitik devirden itibaren başlanmıştı. Obsidyen Van gölü çevresinden, bakır Ergani’den, gümüş Toroslardan, kalay Diyala Nehri vasıtasıyla Afganistan’dan getiriliyordu. Özetle Neolitik dönemden itibaren bunun gibi maddeler çeşitli yerlerden değiş-tokuş esasına dayalı ticaret yapılarak temin ediliyordu.5
Sümerlerin ve ardından birçok medeniyetin nasıl bir ortamda kurulduğunu değerlendirdikten sonra, kurulan ilk uygarlığı incelemeye başlayabiliriz. (Kuzey Mezopotamya farklı çevresel özellikler gösterir, bu nedenle farklı bir çalışma konusudur.) Bu yazının amacı, yeniden altını çizmek gerekirse, Sümer Devleti’nin ne gibi gelişmelerin ardından geldiği, nerede ve nasıl bir çevrede, ne şartlarda ortaya çıktığı, özellikleri ve bıraktığı miras gibi önemli detayları okuyuculara aktarmaktır. Buraya kadar, başlangıçtan Sümer’e kadar olan süreci değerlendirdik. Şimdi ise, Sümerleri irdeleyip ardından Sümer tarihinin ne gibi çalışmalar sonucunda gün yüzüne çıkarıldığı konusu üzerinde duracağız.
Sümerler
Bugün insanlığın modern bir devlet yapısı altında yaşayıp bu devletleri geliştirebilmek adına attığı her adımın ve edindiği her tecrübenin temelinde aslında Sümerler yatmaktadır. Bu cümlede yalnızca örgütlü sosyal yaşama yaptıkları katkılar ifade edilmek istenmemiştir. Dil, din, yazı, kültür, ekonomi, eğitim ve kentleşme hareketlerinden tutun mimari, sanat, su ve kanalizasyon kanalları, savunma sistemleri, baraj uygulaması, çömlekçi çarkları, saban, yelkenli tekneler, yapı kemerleri gibi bir uygarlığın temeli sayılan bütün unsurlar, Sümer ve ardından gelen Mezopotamya halklarının insanlığa kattığı değerlerdir (Sümer dininin diğer dinler üzerindeki etkisi, farklı bir yazıda değerlendirilecektir).
İlk kez tekerleği kullanan yine Sümerlerdir.6 Tekerleğe, arabalarıyla gömülmüş Ur krallarının mezarlarında ve bulunan pek çok kabartmada rastlanmıştır. Haklarında sahip olduğumuz bilgiler yalnızca bunlarla sınırlı değildir. Bu noktada yapılan araştırmalarla edinilen bulgular, zekalarının asla küçümsenmemesi gerektiğini bugünün modern insanına gösterir, çünkü güncel olarak kullandığımız saat sistemi bile dünyanın en eski medeniyeti olan Sümer’den kalmıştır.
Bugün insanlık onluk sistem kullanmayı tercih ediyor iken, neden bir dakika 100 saniye değil de 60 saniye?
Bunun tek bir cevabı var, Sümerler.
Onlar, onluk sistem değil de altılık sayı sistemi kullanmayı tercih edip altışar altışar sayarak bir dakikayı 60 saniye, bir saati 60 dakika olarak belirlediler. 60 tabanlı sayı sistemi kullanarak günü 24 saat, ayı 30 gün, bir yılı 360 gün olarak hesapladılar. Daireyi 360 dereceye bölen de onlardı. Ne gariptir ki insanlık çağlar boyunca takvimlerde çeşitliliğe giderken, zaman birimini değiştirmeyi aklına bile getirmedi ve en ilkel uygarlığın bulduğu sisteme uymaya devam etti.7 Bu yüzden bugün sahip olduğumuz tüm bilgi birikiminin temeli olan Sümer medeniyeti hakkında istisnasız herkesin bilgi sahibi olması gereklidir. Düşünün, bugün neredeyse her şey altının katı: 12 ay, 12 burç, 12 gezegen, 12 saat gündüz ve 12 saat gece… Hatta istersek dinleri bile işin içine katabiliriz: 12 Sümer Yeraltı Tanrısı, Hz. Yakup’un 12 oğlu, 12 Olympos Tanrısı, Hz. İsa’nın 12 Havarisi… Tüm bunlar bir rastlantı mıdır? Diğer yandan Sümerler, gökyüzüne baktıklarında bu bizim tanrımız olabilir dedikleri gök cisimlerinin Dünyaya olan uzaklıklarını dahi ölçmüşlerdi. Güneş ve ay tutulmasını hesaplayabilmişlerdi. Güneş saatini ve ay yılına dayanan takvimi icat etmişlerdi. Astronomi ve astroloji alanında sahip oldukları bilgiler, yalnızca bunlarla da sınırlı değildi.8
“Dünya ekseninin eğikliği 22,1 - 24,5 arasındadır. Dünyanın ekseninin bu eğimle yalpalayarak güneş etrafında 360 derecelik dönüşüne devinim (presesyon) denir”.9 Milankovich teoremine göre Dünya, eksen eğikliği ve eksen kayması nedeniyle her 25.920 yılda, bir dairelik devinim gerçekleştirir. Yani 25.920 yılda bir, ilk yaptığı harekete döner. Dünya ekseni, her 72 yılda bir, 1 derecelik açı ile değişir. Dolayısıyla bir dairelik deviminin 25.920 yılda nasıl tamamlandığı sonucuna, 72 yıl ve 360 dereceyi çarparak ulaşabiliyoruz. Cevap 25.920’dir. Bu yazıda presesyon hakkında bilgilere neden yer verildiği merak edilecek olursa, sebebi insanları şaşırtacak derecede ilginçtir. Çünkü o dönemde bile Sümerler bir devinimin kaç yılda gerçekleştiğini hesaplayabilmişlerdi. En ilkel uygarlık olarak bildiğimiz Sümerler, dünya ekseninin eğikliğinden ve dünyanın 25.920 yıl süren bir döngüsü olduğundan haberdarlardı. Astrolojinin temeli olan Zodyak (burçlar kuşağı), ilk kez Sümerler tarafından ölçülmüştü. Onlar, dünyanın yüzünü hangi takımyıldızına döndüğünü hesaplayarak burçları ve burçların hangi takımyıldızı tarafından temsil edildiğini biliyorlardı. Bunların farazi bilgiler olduğunu öne sürenler olduysa da Mezopotamya’dan çıkan arkeolojik silindir mühürler üzerine yapmış oldukları tasvirler, yukarıda yazılan bilgileri doğrular niteliktedir.10
Obeyd döneminin ortasına, başka bir deyimle 5. bin yılın ortasına doğru Güney Mezopotamya’ya indikleri düşünülürse, Sümerlerin çağın ötesinde bir toplum olduğunu söylemek yanlış olmaz. Belli bir zamana kadar Hindistan’dan deniz yoluyla Mezopotamya’ya geldikleri savunulsa da, güncel olarak Kafkasya’dan ilk etapta Mezopotamya’nın kuzeyine daha sonra güneyine indikleri öne sürülmektedir. Sümerler ilk başta Dicle ve Fırat nehirlerinin kıyılarına doğru yerleştiyseler de, bu nehir yatakları değişken olması sebebiyle taşkınlardan korunmak için yüksek düzlüklere, Kiş, Uruk, Ur, Eridu, İssin, Larsa, Şurupak, Obeyd, Cemdet Nasr, Lagaş, Eridu gibi kentleri kurdular. Kentlerde sulama kanalları kurularak toprakları ekip biçmeye başladılar. Çinicilik sanatını bularak altın, gümüş, bakır gibi madenleri işlemeyi öğrendiler. Fakat bu madenlere Güney Mezopotamya’da rastlanmadığı için, Akdeniz’in doğusuyla ve Anadolu’yla ticari ilişkiler kurarak temin etme yoluna gittiler. Ticareti güvenli hale getirebilmek için kervan yolları açtılar.11
Yazının Bulunuşuna Kadar Mezopotamya Dönemleri
Yazının bulunuşuna kadar Mezopotamya’nın dönemleri, taş aletlerde kat edilen aşamalara göre değil, çanak çömlek tipleri, ev plan tipleri gibi kültürel unsurlar baz alınarak sınıflandırılmıştır. Bu dönemler, Hassuna ve Samarra Dönemleri (7. bin sonu-6.bin ortası), Halaf Dönemi (5600-5000), Obeyd Dönemi (5500-4000), Uruk Dönemi (4000-3100), Cemdet Nasr Dönemi (3100-2900) şeklinde adlandırılarak tarihlere ayrılmıştır. Daha sonra İ.Ö. 2900’lü yıllarda Erken Hanedanlar Dönemi başlayacak, Sami kökenli bir topluluk olan Akadların Sümerler içine sızmasıyla bu dönem de sona erecektir. İ.Ö. 2334 yılında Kral Sargon, bir sefer düzenleyerek Sümer Devletini yıkacak, Güney Mezopotamya’da Sümer’den bağımsız bir Akad egemenliği başlatacaktır. Bu zamana kadar özellikle Obeyd ve Uruk döneminde örgütlü sosyal yaşamın gelişmesine katkı sağlayan pek çok adım atılmıştır. Bu dönem boyunca her kentte bir tapınağın var olduğu, daha doğrusu tapınakların merkez alınarak kentlerin bu tapınakların etrafında kurulduğu bilgisi kaynaklarda mevcuttur. Bu bilgi doğrultusunda, Ur, Uruk, Obeyd ve Eridu kentlerinde bazı tapınak kalıntılarına rastlanmıştır. Obeyd döneminde tarımda kullanılan aletler geliştirilmiştir. Ticaret büyük oranda artarak kara ve deniz üzerinde bir ticaret ağı oluşturulmuştur. Böylelikle Obeyd kültürü Anadolu’nun çeşitli merkezlerine yayılmış; Değirmentepe yerleşmesinde yapılan kazılarda, Obeyd dönemine ait damga mühürlere rastlanmıştır.12
Uruk dönemi ise, en başta yazının bulunduğu dönem olması bakımından çok önem arz eder, aynı zamanda kentli yaşam biçiminin de başlangıcıdır. Bu özelliklere en fazla Uruk adlı Sümer şehrinde rastlanır. Dönem adını, bu şehirden almıştır. Bu şehrin kurulduğu alanla ilgilenen Alman arkeologlar, çok sayıda mimari eser ve tapınak kalıntısı bulmuştur. Bu dönemde üstte belirtilen gelişmelere ek olarak madencilik ve teknoloji alanında önemli adımlar atılmıştır. Tarımda pratikliğe, tam anlamıyla geçilerek ilk kez hayvanların çektiği saban kullanılmaya başlanmıştır. Sabanın icadı ve su kanallarının sayesinde tarım alanları gittikçe artmaya başlamış, tarlalardan elde edilen mahsuller Sümer halkına fazla gelerek farklı bölgelere ihraç edilmiştir. Bu dönemde Sümer Devleti, diğer bölgelerde yaşayan halkların gidip yaşamak isteyeceği müreffeh bir devlet olması bakımından bugünün bazı Avrupalı devletleriyle benzerlik göstermektedir. Daha önceki sayfalarda Sümer Devletinin icatları arasında verilen tekerlekli araba ve kayık, bu dönemde kullanılmaya başlanmıştır. Diğer yandan tüccarlığın yanı sıra, inşaatçılık, tekstilcilik, çömlekçilik gibi farklı meslek dallarına da rastlanmıştır. Çömlekçilik mesleğinin ortaya çıkışı, icat edilen çömlekçi çarkı sayesindedir. Bu gelişmeyle birlikte atölyelerde seri üretime geçilmiştir. Bu dönemde görülen mühür çeşidi, Obeyd döneminde kullanılan baskı mühürden farklı olan silindir mühürdür.13
Şekil 2 Silindir Mühür (Şekil 2 Gülbin Koçak, Sümer Silindir Mühürler, Bilim ve Teknik Dergisi, Ankara 2001, s. 86-90.)
Silindir mühür, görseldeki gibi resim öykülü silindir oymadır. Uruk döneminde kullanılmaya başlanmış bu ve bundan sonraki dönemlerde de kullanılarak Mezopotamya ve çevresine yayılmış, diğer kavimler tarafından da kullanılmıştır. Çoğunlukla ticarette kullanılan silindir mühür baskı, zamanla kişilerin imzası haline gelmiştir. Yapılış aşamasında, “mühür olarak görece yumuşak taş ve mineraller kullanılıp bu taşlar silindir haline getirildikten sonra ortası delinir, bu deliğe bir çubuk geçirilerek çubuğun yardımıyla silindir, yumuşak kil yüzey üzerinde döndürülürdü. Kil üzerinde çıkartılmak istenen resim, silindir üzerine ters olarak oyulurdu. Silindir kil üzerinde döndürüldüğünde silindirin oyulmuş kısımları kil üzerindeki kabarıklığa dönüşür, oyulmamış kısım ise kil üzerinde görseldeki gibi resim zeminini oluştururdu.”
Ortaya çıkan arkeolojik kalıntılarla Sümer kültürünün ürünü olan tapınaklar, evler, mimari eserlerin yapım tekniği, yeni kurulan devletlerde de görülmüştür. “Bundan en az 5 bin yıl önce Sümerlerde görülen kemer, kubbe sistemi, sütunlar, yuvarlak pencereler, mozaikler, duvar süsleri, kabartmalar, sunaklar, nişler Ortadoğu’da olduğu gibi, Yunan, Roma yoluyla Batı mimarisine girmiştir. Silindir mühürlerinde görülen, tapınaklarının duvarlarını süsleyen iki tarafında hayvan figürlü hayat ağacı, birbiriyle kavga eden mitolojik hayvanlar, aslan başlı kartal, uzun boyunları birbirine geçmiş hayvan figürleri; İspanya, Fransa, İsviçre ve Orta Almanya’daki ortaçağ kiliselerinde çeşitli süslemeler halinde görülmektedir.” Ne gariptir ki, Sümer tarihi aydınlığa kavuşana dek ki bu insanlık için çok geç bir dönemdir, Batı kültürünün temeli Yunanlara, dini ise Tevrat’a dayanıyordu.14
Sümer Çivi Yazısı
Buraya kadar Sümer uygarlığının ardından gelen diğer medeniyetlere yaptığı katkıları sayfalarca anlattık, fakat hiç şüphesiz ilk kez kendi geliştirdikleri çivi yazısını kullanmaya başladıkları İÖ 3200 yılı, en önemli dönüm noktasıdır. Yazının icadı ile tarihsel süreç başlayacak, ardından kurdukları okullarda edindikleri bilgileri sistematik olarak yazıya dökerek geliştireceklerdir. Çivi yazısını Sümerlerin ardından Akad, Asur, Babil, Pers, Hitit ve Urartu gibi medeniyetler de kullanacak, bu yazı Fenike Alfabesinin oluşumuna zemin hazırlayacaktır. Babilce ve Asurca, semitik dil ailesinin bir üyesi olan Akadcanın lehçeleridir. Çivi yazısını benimseyip Sami dillerine adapte ederek bu yazı sisteminin evirilerek gelişmesini sağlamışlardır.
İlk etapta, Dicle ve Fırat Nehirleri ile gelen yumuşak kilin üzerine yazmaya girişmelerinin başlıca nedeni, gelişen ekonomileri nedeniyle ortaya çıkan karışıklıkları engellemekti. İlk etapta bulunan belgelerden anlaşılana göre, resim karakterlerindeki (piktografik) işaretlerden oluşan yazı, bildiğimiz çivi yazısı formuna çok uzun sürede gelmiştir.
Şekil 3
En basit ekonomi ve yönetim işlerinde her kare içine, durumunu kayıt altına almak istedikleri nesneyi anımsatan resimler çizerlerdi. Yazı, yavaş yavaş şekil değiştirdi ve işaretleri oluşturan çizgiler, çivi şekline dönüştü. Kısmi olarak hece formunda yazılmaya başlandı. Belli bir zaman içinde Sümerli öğretmenlerin uğraşılarıyla ve zamanla yazının çevre bölgelere yayılmasıyla, yazı biçimi yavaş yavaş küçülerek en sonunda resim-yazı niteliği tamamıyla ortadan kaldırıldı. Sözcükler, çoğunlukla her biri bir heceyi gösterecek şekilde çivi işaretleriyle yazılıyordu. İÖ 2500’lere gelindiğinde, Sümer çivi yazısı öyle esnekleşmiş ve genişlemişti ki, bir kişi ne kadar karmaşık veya ağır olursa olsun istediği konuyu rahatlıkla yazıya dökebilirdi. İnsanlar artık 1000 yıl önceki gibi mal listeleri, arazi satışları gibi basit konuları not etmekle yetinmiyordu.
İ.Ö. 1500’lere gelindiğinde, yapılan kazı çalışmaları sonucunda, bu döneme ait Nippur başta o olmak üzere birçok Sümer kentinde binden fazla edebi eserin yazılı olduğu tablet bulunmuştur.15 Aralarındaki en ünlü örnek, Gılgamış destanıdır. Bunun yanı sıra ilk Sami kral, Akad’ın kurucusu Sargon’un (2334-2279) başından geçen olay, sepet içerisinde nehre bırakılan çocuk hikayesinin tarihteki ilk örneğidir. Daha sonraki dönemlerde bu mit, farklı kültürlerde sil baştan can bulmuştur. Hz. Musa’nın annesi tarafından Nil Nehri’ne sepet içinde bırakılma ve Roma’nın kurucuları Remus ve Romulus’un yine sepet içinde Tiber Nehri’ne bırakılma hadiseleri, birçok örnekten sadece ikisidir. Kahramanlarının başından geçen ibret dolu serüvenler kaydedilmiş, yapılan araştırmalara göre Güney Mezopotamya’da Dicle ve Fırat nehirlerinin sık sık meydana getirdiği taşkınlar, tufan mitinin oluşumunda rol oynamıştır. Öyle ki bu mit, bütün tek tanrılı dinlerin ilahi kitaplarında kendi versiyonlarınca anlatır. Bu bağlamda çok tanrılı Sümer dininin semavi dinler üzerindeki etkisi, tufan miti örneği sayesinde belirgin bir şekilde hissedilebilir. Nuh peygamberin Sümerlerin Tufan mitindeki ismi Ziusudra’dır (Babil’ce karşılığı Utnapiştim).16
Sümer inanışında birçok tanrı ve tanrıça olduğu gibi bu tanrı ve tanrıçalar için tapınaklar inşa ediliyor, bazılarına şehirler adanıyordu. Sümerlerin ilk baş tanrısı, gök tanrısı olarak bilinen An iken, daha sonraları bu unvan hava tanrısı olan Enlil’e verilmiş ve baş tanrı Enlil için Nippur kentinde Ekur adlı bir tapınak inşa edilmiştir.
Tanrı Enki
Sümerlerin tanrı ve tanrıçalarından Nanna ay tanrısı, oğlu Utu güneş tanrısı, Enki bilgelik tanrısı, Nihmah Yunan mitolojisindeki Hera gibi ana tanrıça, İnanna (Babilce karşılığı İştar) Afrodit gibi aşk tanrıçasıdır. Aynı Yunan mitolojisinde olduğu gibi, tanrı ve tanrıçalar çocuk sahibi olabilmekteydi; insanlar gibi eşleri ve çocuklarından oluşan aileleri vardı. İnsan görünümüne sahip olan tanrı ve tanrıçalar, doğaüstü özelliklere sahip ve ölümsüzlerdi fakat aynı insanlar gibi sever, üzülür, kızar, kıskanır, kavga eder, lanetler yağdırır, hastalanırlardı. Halkın hatta kralların bile en büyük korkusu tanrıları veya tanrıçaları kızdırmaktı. İnanışa göre, Akad Kralı Naram-sin (2254-2218), baş tanrı Enlil’e adanan kutsal kent Nippur’u yağmaladığı için Enlil tarafından lanetlenmiş ve Akad krallığı bu yüzden yıkılmıştır.
Tanrılarını kendilerinden uzaklaştırmak yerine içselleştirmeyi tercih eden Sümerler, onları yaşamlarına dahil etmişlerdir. Sorunlarını çözmeleri için yardım talep etmekten çekinmemişlerdir. Tapınaklara giderek onlar için kurban kesmiş, ilahiler bestelemiş, törenler düzenlemişlerdir. İşaretleri takip ederek yaptıkları işin tanrılar tarafından onaylanıp onaylanmadığını anlamaya çalışmışlardır. Bu yolda onlara rahipler yardımcı olup kılavuzluk etmiştir. Tapınak görevlileri, tapınaklarda tanrılar adına bağışlarda bulunan aynı zamanda toplumun mali durumunu da düzenleyen üst düzey güçlü kişilerdi. Kentli yaşamın başlamasıyla birlikte, kentlerde çok güçlü bir yönetici sınıfı bulunmakla birlikte rahipler de toplumun önde gelen liderleri arasında yerini almıştır.
İbadet ettikleri tapınaklar iki çeşittir. İlki daha fazla tercih edilen neredeyse her kentte bulunan dikdörtgen formda tek kapılı tapınaktır. Diğeri ise Ziggurat adı verilen oldukça yüksek yapıdır. Zigguratların olabildiğince yüksek inşa edilmesinin sebebi, gökteki tanrılarıyla dolaysız yoldan bağ kurmaya çalışmak ve bakiyelerine kazınmış, yerleşik hayata geçmeden önce yaşadıkları yüksek arazilerdeki hayatlarına karşı özlemlerini giderebilmektir.17
Sümerler yazıyı bulup kil tabletler üzerine hayatlarına dair belli başlı olayları yazmaya başladılar. Aslında günlük yaşantılarındaki karışıkları son verme ihtiyacıyla başlayan bu girişim, zamanla insanın duygu ve düşüncelerini aktarabileceği veya koyduğu kural ve kanunları nihai bir şekilde uygulatabileceği, tanrılarından yardım, merhamet dileyebileceği, kahraman ve krallarına karşı duydukları hayranlığı methiyeler düzerek anlatabileceği, kralların da kendisini ve atasını övebileceği bir araca dönüştü. Fakat tüm bu yazılarla birlikte Sümerlere ait olan her şey ne yazık ki unutuldu, hem de 19. yüzyılın ortalarına kadar... Miras olarak bıraktıkları bütün birikimi sonradan kurulan uygarlıklar üstlendi. Yazıları kayboldu, dilleri kayboldu, tanrıları kayboldu, kentleri kayboldu. Buraya kadar yazılanların tümü, Güney Mezopotamya’da başlayan kazılara ve çivi yazısının çözümüne kadar saklı kaldı. Sümer kelimesi dahi unutuldu.
Mezopotamya tarihinin karanlıktan aydınlığa çıkışı, iki kaynağın tespitiyle gerçekleşmiştir. Bunlardan ilki, arkeolojik buluntular diğeri ise yazılı belgelerdir. Yazılı belgelerle bulunamayan bazı cevaplar kentlerde yapılan arkeolojik kazılar yardımıyla tespit edilebilmiştir.18 Örneğin tapınak ve heykel kalıntılarından mimarinin nasıl geliştiği, kabartma ve vazo kalıntılarından sanata olan kabiliyetleri, sur kalıntılarından kentlerin savunma sisteminin ne seviyede olduğu, kanalizasyon ve su sistemi kalıntılarından kentleşmenin ne kadar ilerlediği anlaşılabilirdi. Ayrıca, Güney Mezopotamya’da sadece bir devlet hüküm sürmemiş, Sümerlerden sonra sırasıyla Akad, III. Ur Sülalesi, Babil, Kassit ve Kalde, Pers gibi birçok uygarlık, bölgede Osmanlı İmparatorluğu egemenliği başlayana kadar kendi egemenliklerini kurmuştur. Bu devletler dışında aynı coğrafya üzerinde, geçiş dönemleri boyunca pek çok küçük krallıklar ve göçmen gruplar varlık göstermiştir. Her bir krallığın ve sızan grupların bıraktığı izler, yakın tarihten en eski tarihe doğru sıralanarak Güney Mezopotamya’nın höyüklerinin altında keşfedilmeyi beklemiştir.19
Osmanlı Devleti, kurulduğu dönemden itibaren gelişerek imparatorluk haline gelmiş ve geniş alanlara yayılmıştır. Böylece antik çağ uygarlıklarının kurulduğu çoğu toprağı bünyesinde bulundurmuş, bu durum antik çağdan kalma pek çok esere rastlanmasına neden olmuştur. Osmanlı egemenliği altında yer alan topraklar arasında, Mezopotamya da bulunmaktadır. Fakat Osmanlı Devleti’nin uzun süre boyunca bu eserlerin menşeini öğrenmek adına araştırma arzusu içine girip eserlerin bulunduğu yerlerde kazı yaptığı ve bu eserleri toplayıp koleksiyon haline getirerek müzeleri kurduğu söylenemez. Antik kalıntıları bilimsel bir şekilde inceleme ihtiyacı içine girmeyen Osmanlı Devleti, yurt dışından gelen ziyaretçilere satılmasında da bir sakınca görmemiştir. Ancak, bünyesinde bulunan eserlerin değerini, 19. yüzyılda Avrupa’nın arkeolojik kalıntıların değer ve önemini büyük miktarda çözdüğü zaman anlamıştır. Oysa ki Avrupalılar, 12. yüzyıldan itibaren arkeolojik kalıntıları toplayarak üzerinde çalışmalar yapmaya başlamıştı. Aydınlanma dönemine girilmesiyle birlikte Doğu’da bulunan eski eserler araştırılmaya başlanmış, daha sonra Batılılar bu eserlerin çıktığı yerleri bizzat gidip görmek istemişlerdir. Doğu’ya gitmekteki amaç, İslam kültürünü görmek istemelerinin yanı sıra Avrupa’nın oluşumunun temeli olarak saydıkları Yunan kültürünü yakından tanıma arzusu içinde olmalarıdır.
Bilinene göre, Doğu’dan eski eser getiren ilk kişi Navarralı Haham Benjamin de Tudele’dir. 1160’lı yıllarda Mezopotamya’ya kadar giden Tudele, Kuzey Mezopotamya’daki Ninive kentinin harabesini keşfederek bulduğu çivi yazılı eserleri İspanya’ya götürmüştür. O yüzyıllarda çivi yazılı tabletler çözülemediği için bu eserlere tam olarak nasıl bir yaklaşım içinde oldukları bilinmiyor. Çünkü 19. yüzyıla kadar Mezopotamya’nın büyük bir kısmı hakkında sahip olunan bilgi, yalnızca Kutsal Kitaplarda anlatılan hikayelerle sınırlıydı. 16. yüzyıldan itibaren Mezopotamya’ya gelmeye başlayan Avrupalılar, burada eser arayışı içine girecek fakat bu arayışın amacı hiçbir şekilde bilimsellik içermeyerek değerli eserler bulmaya yönelik olacaktı. Başlangıçta topladıkları eserleri ülkelerine götüren Avrupalılar, sonraları tamamıyla bilimsel olmayan yöntemlerle kazıya başlayarak adeta bölgeyi yağmaladılar. 19. yüzyılda, Avrupa’daki Louvre ve British Müzelerine eser satabilmek için kazıya başlayan seyyahlar, zamanla amatör bir arkeoloğa dönüşecek ve 19. yüzyılın ortalarından sonra Mezopotamya’ya bilim insanları akın edecektir. Yazının çözümüyle Mezopotamya’ya olan ilgi daha da artacak, Avrupalılar Sümerler tarafından inşa edilen şehirlerin çoğunu bilimsel bir şekilde kazacaklardır. 20
19. yüzyılın ilk yarısına kadar yoğunlaşılan bölgeler, çoğunlukla kutsal kitaplarda anlatılan hikayelerde geçen kentlerdi. Sümer ve Akad ismi hiçbir kitapta anılmadığı için henüz bu iki isimden haberleri dahi yoktu. Bu nedenle çalışmalar, çoğunlukla Mezopotamya’nın kuzeyine doğru yoğunlaşmıştı. Babil ise onlara göre, Yahudilerin diaspora edildiği barbar bir kentti. Eski Ahit’te geçen Asur ülkesinin başkenti ve ona yakın bölgeler araştırıldı. Bu çalışmalar sonucunda Asur hakkında daha fazla bilgiye ulaşılmaya çalışılırken, bildiğimiz ilk uygarlık olan Sümer’in engin tarihine ulaşıldı. Yapılan kazılarda bulunan çivi yazılı tabletler, merak edilip yavaş yavaş çözülmeye başlandı.21
Kazılardan çıkarılan tabletler üzerindeki çivi yazısının çözümüne dair ilk adım, Irak’ta değil Pers diyarında, Persçe yazıtların incelenmeye başlanmasıyla atılmıştı. Çivi yazılı yazıtlar ile alakalı bilgi veren ilk kişi, İtalyan Pietro Della Valle’dir. 1621’de 5 çivi yazılı metni kopya etmiştir. 1666 yılında Jean Chardin, Pers ülkesinde dolaşırken bulduğu yazıtları kopya etmiş, üç dilli (Persçe, Elamca, Babilce) kısa yazıtları ve Nakş-ı Rüstem yazıtlarını yayınlayarak, çivi yazısının “soldan sağa doğru” yazıldığını tespit etmiştir. 1795 yılına gelindiğinde Karsten Niebuhr adlı matematikçi, Persepolis’te Bisutun (Persçe, Elamca, Babilce) adı verilen üç dilli yazıtları kopya ederek bu yazıtların üç ayrı versiyonda yazıldığını ilk kez saptamıştır.
1802 yılında Georg F. Grotefend adlı dil bilimci ise, Niebuhr’un kopya ettiği yazıtlar üzerinde çalışmaya başlamıştır. Daha geç döneme ait metinlerden Pers Krallarının “Krallar Kralı” ve “Büyük Kral” adlı unvanları kullandığını bildiği için bu yazıtlarda da aynı tamlamaların olduğunu düşünmüştür. Yazıtları Heredot’un Pers kralları hakkında verdiği bilgilerle karşılaştırarak yazıtlardan ilkinin Hystaspes oğlu Darius’a ve ikincisinin Darius oğlu Kserkeses’e uyduğunu fark etmiştir çünkü metinlerdeki kral isimleri aynı harflerle başlamamaktadır. Yani kral isimleri Kyros oğlu Kambyses olamazdı. Bunun dışında ilk yazıttaki kralın babasının kral unvanına sahip olmadığını anlamıştı. Darius’un babası Hystaspes’in kral olmadığını bildiği için iki yazıttaki krallarının ismini bu şekilde saptadı. Daha sonraki çalışmalarında “büyük” kelimesini ve bir diğer yazıtta “Kyros” adını buldu. Yaptığı çalışmalar sonucunda çivi yazısının tam alfabetik bir sistem olduğunu çözemeyen Grotefend, 9 harfi doğru olarak saptadıysa da eski doğu dillerini tam anlamıyla bilmemesinden ve çalışmalarını sunduğu Göttingen Akademisi’nin bilimsel bir çalışma olarak değerlendirmeyip ciddiye almamasından dolayı daha ileriye gidememiştir. Çivi yazısının çözümü için ilk büyük adımı atan Grotefend’in fikirlerinin doğruluğu, ancak 40 yıl sonra çalışmaları geliştirilerek kanıtlanmıştır. Fakat bu tarihte, Grotefend hayatta olmadığı için o güne tanık olamamıştır.
Şekil 4 Bisutun Yazıtları
1802 yılından sonra Grotefend’in çalışmalarından habersiz, pek çok araştırmacı onunla aynı sonuca vardıysa da 1835 yılında Rawlinson adındaki bir teğmen, Kirmahşah’a giderek Bisutun yazıtlarını yeniden kopyalamıştır. Yukarıdaki görselden de anlaşılabileceği gibi, yaklaşık olarak 1500 m. yüksekliğine sahip ve yamaç üzerinde yer alan sütunun üç dilden sadece Persçe bölümünü kopyalamak, Rawlinson’un 10 yılını almıştır. Eski doğu dillerine hakim olması nedeniyle, Grotefend’den daha bilimsel bir şekilde bu yazıtları inceleyen Rawlinson, aynı şekilde Yunanca kaynaklarla karşılaştırmalar yaparak başarılı sonuçlar elde etmiştir. Avesta dili ve Sanskritçe ile bağlantısını fark ederek kelimelerin anlamlarını ve biçimsel özelliklerini daha rahat tespit etmiştir. 1846 yılında, Persçe bölümünün tamamıyla çözülüp yayınlamasıyla birlikte büyük bir dönüm noktası yaşanmış, zaman içinde Elamca ve Babilce olan bölümler de çözülmüştür. Bu gelişmeler sonucunda Rawlinson’a “çivi yazsının babası” unvanı verilmiştir. 1857 yılına gelindiğinde, çivi yazısı kolaylıkla okunup anlaşılabilir hale gelmiştir. Böylece kazılardan çıkarılan tabletler, kitabeler, kabartmalar vs. çivi yazısının yazılı olduğu tüm eserler, apar topar çevrilmeye başlanmıştır.
Çivi yazısının çözümünün dönemin en merak edilen ve en ilgi çekici işi haline gelmesiyle birlikte Mezopotamya tarihine olan ilgi hat safhaya ulaşmış, bu araştırmalar Mezopotamya tarihinin Asur ülkesinden ibaret olduğunu zanneden araştırmacıları şoka uğratmıştır. Böylece Asurların bu köklü tarihin son kısmında yer aldığı anlaşılmıştır. Sümer tarihinin ve arkasından gelen birçok kültürlerin zenginliği fark edilmiştir. British Müzesi uzmanlarından George Smith’in kutsal kent Nippur’da bulduğu tabletler üzerinde çalışırken, Tufan mitinin yazılı olduğu tableti çözmesi, dinler tarihi cephesinde de büyük yankı uyandırmış, tek tanrılı dinlerin kitaplarında geçen Tufan hadisesinin aslında çok önceden Sümerler tarafından kayıt altına alındığı ortaya çıkmıştır. Yazının ve yazıyı icat eden uygarlığın tarihi çözülmeye başlandıkça insanoğlunun bilgi birikiminin kökeni olan Sümerler hakkında bilgi sahibi olunmuş, uygarlık kavramının en temeline inilmiştir. Bu bağlamda, Samuel Noah Kramer’in sözleri ile yazıyı sonlandırmak uygun olabilir, TARİH SÜMER’DE BAŞLAR.22
Kaynakça
1 Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara Sapiens, çeviren Ertuğrul Genç, Kolekfif Yayınları, İstanbul 2015.
2 Serap Özdöl, Çanak Çömleksiz Neolitik Çağda Güneydoğu Anadolu’da Din ve Sosyal Yapı, Tarih İncelemeleri Dergisi, 2011 s. 173-199.
3 Tevfik Güran, İktisat Tarihi, Anadolu Üniversitesi Yayını, Eskişehir 2013 s.9-16.
4 Kemalettin Köroğlu, Eski Mezopotamya Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul 2006; Serap Özdöl, a.g.e.
5 Kemalettin Köroğlu, a.g.e 17-20.
6 Samuel Noah Kramer, Tarih Sümer’de Başlar, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1998.
7 Ali Ülger, Matematiğin Kısa Bir Tarihi, Tüba Yayınları, İstanbul 2006.
8 Gılgamış Destanı, Hasan Ali Yücel Klasikleri, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2015.
9 Eğer dünya güneş etrafında dik açıyla dönseydi güney ve kuzey yarım kürede aynı anda yaz ve kış yaşanırdı.
10 S. Vedat Kararslan, Sümerler ve Dünyanın Presesyonu, Arketekno.com, 2018.
11 Gılgamış destanı a.g.e.
12 Kemalettin Köroğlu a.g.e. s. 46-47
13 A.e. s.49-52
14 Muazzez İlmiye Çığ, Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni, Kaynak Yayınları, İstanbul 1995.
15 Samuel Noah Kramer, a.g.e. s.13-15.
16 A.e., s.187, s.226.
17 Muazzez İlmiye Çığ, a.g.e,, s.19-20; daha detaylı bilgi için bkz. Kemalettin Köroğlu a.g.e., s.68-74
18 A.e. , s.14.
19 Kemalettin Köroğlu, a.g.e., s.21-25.
20 Süleyman Özkan, Osmanlı Devleti’nde Arkeolojik Kazılar ve Müzecilik, Ege Üniversitesi Rektörlüğü Basımevi Müdürlüğü, İzmir 2019 s. 9-28.
21 Kemalettin Köroğlu, a.g.e. s.24.
22 Selen Hırçın, Çivi Yazısı Ortaya Çıkışı Gelişmesi Çözümü, Eskiçağ Bilimleri Enstitüsü Yayınları, İstanbul 1995; Süleyman Özkan, a.g.e. .47-50; Gılgamış Destanı a.g.e.