Gerçek bir hayat hikayesi onunkisi... Annesi tarafından manastıra bırakılan ve hayatı boyunca 70 yıl o manastırda annesini bekleyen Kırmızı Çoraplı Bebek Bahe'nin Öyküsü; Manastırdaki Kırmızı Çoraplı Bebek “BAHE”
Her hayat farklı bir maceradır; belki de ayrı bir peri masalıdır sonu kötü başlayan ama iyi biten. Yıllarca amaçsız yaşarken aniden bir hareketiyle tüm dünyaya mesaj veren insanlar vardır.
Kentlerin de masalları, evlerin de bir hikâyesi olabilir. Bazı kentler masallarıyla ve gizemleriyle, dar sokaklarındaki insan yaşantılarıyla özdeşleşip daha anlamlı hale gelirler.
Özellikle o mekân kadim bir manastır olan Mardin’deki Deyrul-Zafaran ise.
Bu makalemde, bir kentin ve onun bir insanla özdeşleşmesinin tarihini anlatacağım. Bu kez bir turizm veya tarih ile ilgili bir makale değil, sadece bir insan öyküsü olacak.
Turizm ve rehberlik insanlara hizmet içindir, rehber insanıyla beraber o kentin tarihini ve coğrafyasını anlatmazsa kültür ve tarih çok eksik kalır. İnsan öyküleri, kentlerin en iyi sosyal haritasıdır.
En iyi şekilde bir rehber olabilmek için, insanı sevmek, saymak ve anlamak gerekir. Tur yaptığınız yerlerdeki insanları tanımak, onların yaşantısına dokunmak, sizin yaşamınızı yüceltir ve anlamlı kılar. Yoksa sadece para kazanır, maddi bir hazla eve dönersiniz...
Hikâyenin özü, turlarda özel öyküleri bulup onların içine girip onları yaşatmalı ve yaşatmalıyız. İşte tüm bu nedenle Mardin’de tanıdığım özel bir insanın hikâyesini anlatacağım.
Mardin’e çok gittim, gördüm, grupları gezdirdim. Rehberliğe, GAP ağırlıklı Gaziantep’te başladığım için GAP, Ege Bölgesi’nden sonra en çok tanıdığım bölge oldu.
Batıda büyüyenler için buralar gizemli ve özeldir, dahası çok anlam ifade eder. Özellikle kadim Mardin’e ilk gidişim beni çok derinden etkilemişti.
Mezopotamya Ovası’nda bir kartal yuvası gibi görünen, gündüzleri seyranlık, geceleri ise güzel bir kadının ince boynunda gerdanlık gibi duran taşların şiir yazdığı bir masal şehridir MARDİN...
12.000 yılık Mezopotamya kültürel mozaiğinde iç içe geçen farklı dinlerle, dillerle ve kültürlerle harmanlanan kentlerin prensidir.
Mardin’de ben en çok BAHE AMCA’yı sevdim.
Manastıra girer girmez gözlerim yaşlı Bahe’yi arardı, geniş sarı taşlarla çevrili olan bahçe köşesinde, her daim boynu eğik, gözünü kapıya doğru dikmiş halde otururken görürdüm.
Manastırda yaşayanlar kadar olmasa da onun özel ve yürek burkan hayat hikâyesini bilirdim, ama tur esnasında otobüste veya gezi yerinden misafirlerime onun özelinden pek söz etmezdim. Sadece uzaktan izler ve yanına gider hatırını sorardım.
Belki de şimdi bu birikimle bu özel insanı yazarak size anlatma ihtiyacı duyuyorum. Manastır turu sırasında insanlar ona yabancı ve acıyan gözlerle bakarak onu rahatsız etmesin diye çok dikkat ederdim onu incitmemeye.
Dış dünya ile pek bağı yok gibi görünse de kalbinde hala özlem ateşiyle yanan bir kor volkan olduğunu hissederdim.
BAHE Amca; Arap kökenli Suriye’de doğmuş ve Mardin’de tüm hayatını geçirmiş olan bir Süryani Türkiye vatandaşı. Tüm hayatını bu manastırda geçirdi diyebilirim.
Süryani cemaati kendilerini İsa peygamberin en eski müritleri olarak kabul ettiği gibi onun konuştuğu dili ve Kitab-ı Mukaddes’in yazıldığı kadim dil olan Aramice’yi bilip konuşur, bu dil ile ibadet ederlerdi ama Bahe bu dili hiç öğrenemedi.
O hayatı boyunca bebek iken annesinden öğrendiği Arapçayı konuştu sadece. Süryaniceyi hiç ama hiç konuşamadı, öğrenemedi, anlayamadı.
Süryaniler, Dünya’nın en eski Hristiyan topluğuna ait çok özel insanlar. Süryaniler, Mezopotamya’nın ve Anadolu’nun solan yüzleri olarak bu toprakların ev sahipleridir.
Çoğu farklı ülkelere göç etmiş, kalanlarsa Mardin, Midyat, Diyarbakır ve Antakya’da yaşıyorlar. Dünya’da yaklaşık 5 milyon civarı Süryani topluluğu yaşadığı sanılıyor ve spritüel nedenlerden dolayı sadece 2 milyon Süryani Hindistan’da bulunmaktadır.
Süryanilik bir din veya bir tarikat değil, bir ırktır. Sami ırkından gelirler ve Nuh’un oğlu Sam soyundan geldiğine inanan, pagan dönemde Şems dini veya Harraniliğine inanan bir topluluk olduğunu düşünüyoruz.
Sabiilik, Harranilik ve Sin inançları sonrası, Hristiyanlığın Anadolu’ya, Harran’dan pagan Kral Abgar döneminde yayılması ve bu halkın Aramiceye hâkim olması nedeniyle Hristiyanlığı ilk kabul eden Anadolu halklarından olmuşlardır. Günümüze kadar farklı mezheplere bölünseler de Suriye Metropolit merkezli bir şekilde dini yaşamlarını sürdüren Ortodoks kökenli bir halktır, Keldani denilen Katolik veya Nesturî mezhebine bağlı Arap veya Kürt kökenli Süryani vatandaşları da Mezopotamya’da yaşamlarını sürdürüyorlar.
Bahe Amca, tüm hayatını eskiden Roma Kalesi olan bu taş manastırda geçirdi diyebiliriz.
Kimine göre Bahe dört, kimine göre ise altı yaşlarındayken; Biricik annesi onu, zihinsel özürlü olduğu için özel durumu olan çocuğunun daha iyi şartlarda yaşayabilmesi adına istemeden de olsa bu manastıra bırakıp gitmek zorunda kalmıştı.
Annesi, fakirlik yüzünden üç çocuğuna aynı anda bakamadığı için, iki kız kardeşini yanına alarak Suriye’ye geri göç etmişti. Bebek Bahe’yi arkalarında bırakarak, isteksizce ama mecburen.
Suriyeli zavallı anne, ayağında kırmızı çorapları olan bebeğine “Burada manastırda bekle beni, bir gün seni mutlaka almaya geleceğim.” diyerek vedalaştı ve son kez bebeğini kokladı ve öptü ama bir daha asla geri gelemedi...
Bir ana ile bebeğini ayıran neydi ki? Fakirlik ve çaresizlikti.
Zavallı kadın biricik oğlunu tanrının şefkatine ve esirgemesine bırakıyordu. O huzurla ayrıldı, arkasına bile bakamadan gözyaşları akarken...
Yoksa nerede görülmüştü ki bir annenin çocuğunu, tanrı evi de olsa, bu yaban ellere bırakıp çekip gittiği ve dönmediği?
Bahe, ömrü boyunca tekrar annesinin gelmesini bekledi. Bırakın Mardin’den dışarı çıkmayı manastırdan bile sadece zorunlu haller dışında hiç ayrılmadı.
Bekledi, bekledi, bekledi... Gözü manastırın cümle kapısında her daim...
Hayal mayal hatırladığı güzel yüzlü anasının, elbet bir gün geri dönüp onu ablaları gibi yanına alacağı günü, her gün, her saat, her saniye bekledi ama annesi gelemedi.
Bahe, 3 çeyrek yüzyılını yaşadığı, biricik yuvası manastırı için hizmet etti, orada üç öğün yemeğini yedi, uyudu.
Yine orada öldü Bahe Amca...
Manastır cemaati, kimsesize hep sahip çıktı da manastırına ömrü boyunca karşılıksız hizmet etti. Deyrul- Zafaran’ın, safran çiçeğinden gelen özel safran adı gibi o da manastırın renkli simgesi olarak yaşadı. Ama annesi ve kardeşlerini bir daha hiç göremedi...
Bu sonsuz yalnızlık için çok haberler yapıldı, makaleler yazıldı.
Hatta ödüller alan güzel bir belgesel bile yapıldı. Çünkü O özeldi.
Şimdilerde, manastıra her gittiğimde gözlerim o bebek yüzlü dedeyi arıyor.
Üzgün ve yorgun bekleyen gözleriyle her zamanki kanepesinde oturan ve annesinin kapıdan gelişini bekleyen Bahe Amca’yı. Bu kez benim gözlerim onu arıyor ve arayacak.
Annesini hiç göremedi ama ilginç bir gelişme oldu.
Bahe hakkında araştırma yapmaya Suriye’ye giden belgesel yapımcısı bir Türk film ekibi, ablalarının izine Suriye’de Haseki’nin bir köyünde ulaştı.
Acı haber, sevgili annesi çoktan ölmüştü...
Büyük abla kardeş belgesele konuşurken acı acı ağlıyordu, ona ait olmayan bir mahcubiyet ve garip bir suçluluk duygusuyla. Neden annesi onları seçti, Bahe’yi değil?
Kız kardeşinin dediği tek şey şuydu “Annem dul kaldı. Onun daha iyi bakılabilmesi için onu manastıra bıraktı. Manastır, Bahe’nin annesi, babası oldu.”
Suriye'den dönen film ekibi, Bahe Amca’ya “Biz senin kız kardeşini bulduk.” dediklerinde, Bahe Amca çok hüzünlenmiş, uzun süre konuşamamıştı.
Manastırda yaşayanların dediklerine göre ailesinden birinin ismini duyduğu zaman küsüyor ve sessiz kalıyordu. Annesine karşı, “Niye beni bıraktı, niye beni görmeye gelmedi?” diye bir kırgınlığı vardı.
Benim için, Deyrul-Zafaran Manastırı, sadece kadim Süryani topluğunun 630 yıllık dini merkezi veya taş işçiliğinin zirve yaptığı bir tarihi mekân değil, Bahe’nin yaşadığı bir sığınaktır.
Aradan geçen neredeyse yetmiş yıl boyunca manastırda çok sayıda metropolit, rahip, rahibe ve hizmetçi geldi geçti, ama O hep orada yaşadı.
Bir insan öyküsü, Mart 2014’de sona erdi.
Ölümüne kadar bir çocuk yüreğiyle annesini beklediği yerde, hep bekleyen yorgun kalbi o gün durdu...Cenaze törenine çok sayıda Türk, Kürt, Arap, Müslüman, Hristiyan, Süryani ve Ermeni vatandaşlar katıldı.
Deyrul-Zafaran Manastırı'nın ayin salonunda düzenlenen törende, Metropolit Saliba Özmen, Kırklar Kilisesi Baş Papazı Gabriyel Akyüz ve ilahi grubu ilahiler okudu.
BAHE olarak tanınan Circis Kaplan’ın, yürekleri acıtan hikâyesini ve annesine duyduğu özlemi yıllarca bizler de duyduk ve hissettik.
Deyrul-Zafaran benim için Bahe’dir. Onun anne özlemi, yitip giden yaşamıdır.
Çocuk yürekli bir insanın, hayatın son anına kadar biricik annesini umutla beklediği bir sabır evidir.
Bahe Amca’nın Deyrul-Zafaran Manastırı, kutuplaştırılan bugünün Türkiye’sinde, farklı dinlerden ve ırklardan oluşan tüm insanlarımızın, ANNE SEVGİSİ kutsallığında buluştuğu kadim bir tarihi ve kutsal mekândır.
Bahe Amca’nın ölümünün ardından yattığı yatağın altından yüzlerce kırmızı çorap bulundu...